3 Aralık 2013 Salı

ZAMANIN BUNLARDAN HABERİ YOK…


 Bir kahve pişirimi ve içimi sürecinde yazılan bu yazı zamanı anlatmakta. Kimi ne göre kısacık olan bu süre kimi ne göre de bir yazıyı kaleme, kağıda dökecek kadar uzun olabiliyor. Keyifli bir kahve molasına keyifli bir
yazı oldu bana göre. Kahvemi paylaşamam belki ama yazımı paylaşabilirim okumak isteyenlerle…

Ne çok hızlı geçmekte zaman ne de sanıldığı gibi çok yavaş.

Bekleyen için saniyeler dakikalar gibi, dakikalarsa saatler gibi yavaş geçer. Bekletene ise zaman sanki yıldırım hızıyla akıp gider. Bekleyen sabırsızdır  1 dakikayı abartarak 10 dakikadır bekliyorum neredesin diye sitemle söyler. Bekleten ise; “ inanmıyorum ya, ne hızlı geçti zaman, o kadar acele etmeme rağmen yine de treni kaçırdım” der. Oysa tren tam saatinde ve tam dakikasında orada olmuştur. Yani ?… Ne çok hızlı geçmekte zaman ne de çok yavaş… Dünya aynı hızla dönmekte, güneş aynı... Elbette uzay fizik-matematik kurallarına göre bakılırsa saliseler bazında bir değişiklik vardır. Ama bu bizim günlük yaşantımızı bu denli etkileyecek düzeyde olamaz. Olmasını düşünemeyiz bile. Zamana anlamlar yükleyen bizleriz. “ zaman geçmek bilmiyor!“ ”ya zaman nasıl geçti anlayamadım,”  gibi. Ya da  “vay be şurada zaman dursa da hiç ilerlemese, manzara nefis… “ gibi birde karışırız zamanın işine. İşte bu anlamları yüklerken her seferinde bir ruh haline bürünmüşüzdür. Ama eğer zaman bizim istemimiz dışında hareket ediyorsa ortak ruh hali genellikle hep aynıdır. Öfke, asabiyet, sabırsızlık, can sıkıntısı. Bir beklentimiz yoksa eğer zamandan ohhh!! rahatız o zaman.  Hatta öyle mutluyuzdur ki zaman dursun isteriz. Tabi böyle bir şey imkansız olduğundan devamındaki ruh halimiz hayal kırıklığı, kırgınlık, küskünlük hatta kızgınlık bile olabiliyor zamana karşı. Sevdiğimizle başbaşa olduğumuzda zaman dursun isterken - normal seyrinde giden zaman! - ayrılık vakti geldiğinde ayrılıktan doğan sıkıntı, üzüntünün öfkesini yükleniverir habersizce. Oysa kısa bir süre önce ne de yüksüz bir halde salınıyordu bu zaman… Zamana karşı aldığımız bu tavırlar, bu girdiğimiz ruh halleri bizim hayata bakışımızdır, tabiatımızdır. 

Bir genç arkadaşım şöyle demişti;

-Ben ne kadar hızlı hareket etsem de eşim o denli yavaş hareket eder. Her seferinde kapının önünde bir iki dakika mutlaka beklerim onu. 

Bunu söyleyen erkekse normal deriz ama söyleyen bir kadınsa… Sonra dönüp şöyle dedi;

-Aslında keşke bende onun gibi sakin hareket edebilsem. Stres olmak yerine 1 – 2 dakika geç kalmakla dünyanın batmayacağını kabullensem. Ama elimde değil.

Evet, kimi insan tez canlıdır kimi de rahat, geniş… Her ikisi de yerine göre avantajlı yerine göre dezavantajlı. Bünyemizin neyi kaldırdığına bağlı. Kimi insan vardır 24 tansiyonla rahat rahat sokakta gezer kimi ise benim gibi 2 derece yükselse patlayacak gibi hisseder. Kişiyi anlamak bu yüzden önemli işte. Karşımızdakini itham ederken, tanımlarken, yorumlarken bunları da bilmemiz gerekiyor. Kimin kaynama derecesi kaç derece başlıyor önemli. Ailemiz, yakın çevremiz de bunu yapmak biraz daha kolayken daha az tanıdığımız, ya da tanımadığımız toplum geneli diye ele alırsak işimiz çok zor.

İşte burada devreye görgü kuralları, ahlak kuralları ve kişinin vizyonu giriyor özetle empati giriyor.
Çok sıkıntılı bir dönemimde beni sabırla dinleyen bir sevgili büyüğüm ruh halimi öyle iyi anlamıştı ki  bir terapiste gitsem ancak ondan duyabileceğim bir cümle ile olaya noktayı koydu adeta.  Aynen aktarıyorum; 

-... işte sorun da bu, bizim dışımızdaki olgular değil sorun olan, bizim onlara verdiğimiz tepkiler… Psikologlar böyle diyor :=))) onlar değişmeyecek sen ona göre pozisyon alacaksın kendini üzmemeyi öğreneceksin, yapacak tek şey bu…"  

Bunu söylediği zaman bende bu kısa konuşmalar sonucunda bu düşünceye gelmiştim zaten.

İnsanın yalın halinde olması çok zor. Kendi kendimize bile yalın olamıyoruz çoğu zaman.         -yalınlıktan kastım; tamamen olduğu gibi, en gerçek, en dürüst hal- Karşınızda sizi yargılamayan, sizi olduğunuz gibi kabul eden,  sizden öğrendiklerini size karşı kullanmayan, gerçek bir dost bulduğunuzda,  kendi kendinize sesli konuşur gibi en yalın halinizle konuştuğunuzda gerçek bir terapi yapmış gibi oluyorsunuz.  Çoğumuz zaman zaman kendi kendimize konuşuruz. Kızıyoruz, bağırıyoruz, söyleniyoruz, tıpkı neşeliyken şarkı söylediğimiz gibi… Bu gayet doğal, ancak böyle çözüm bulmak çok daha zor oluyor. Sadece öfkenizi sakinleştirebiliyor, geçici rahatlama sağlayabiliyorsunuz. Ama çözüm konusunda tam bir sonuç alınamıyor. Böylesi çözümü bulmanızda daha bir kolaylık getiriyor. En azından benim için böyle.

Zaman içinde hayat bize çok şey katıyor ve giderek sadece kendi kendimize bile olsa olgunlaştıkça daha fazla yalın olabiliyoruz. Ancak hala batsın bu dünya..., ben bu feleğin..., ben böyle hayatın…  ile başlayan cümleler duyabiliyoruz. Şarkılara bile söz olmuş bu tanımlamalar ne kadar doğru acaba.

Şu sözü çok beğendim;
‎- İnsana özgü bir yeteneksizliktir yaşayamamak!.. Yoksa hangi balık boğmuş kendini, hangi serçe atlamış damdan!.. Dostoyevski...

Hayat bize bir şeyler katarken karşılıksız, biz hayata ne katıyoruz acaba? Bunu bulalım artık. Ve bizde hayata bir şeyler katalım. Herkesin çok rahat verebileceği bir sadaka, gülümsemektir!  Bir gülümseme, bir selam verme hayata çok şey katar.

Şu şarkı sözünü hepimiz biliriz;                              
“Dün gece hiç tanımadığım birine sırf sana benziyor diye merhaba dedim!”

Biz biz olalım, sırf birine benzettiğimiz için selam verip merhaba demeyelim. Onun yerine çıkarsız olarak, insan ayırd etmeksizin selam verelim. Sonra benim başıma çoğunlukla geldiği gibi “bir yerden mi tanışıyoruz acaba? “ sorusuna;

-Hayır hanımefendi veya hayır teyzeciğim içimden geldi öyle verdim.!!!  Bu tepki  çok daha güzel, çok daha mutlu bir etki bırakıyor karşı tarafta. Sonra yoluna devam ediyorsun sen mutlu o mutlu…

Şimdi son bir cümle.
Evvetttt,  gülümseyinnnn!!!.
Kodak değil! Hayat marka fotoğraf makinası çekiyorrrr. Üçççç, ikiii bir!!!

Clik!!!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder