Geçmiş zamanın birinde bir gemi kaptanıymışım ben. Evet,
evet kaptan. Şaşırmayın hemen, hiç kadından gemi kaptanı olur mu demeyin. Ben
varmışım işte. Tüm limanları dolaşan büyük
bir yolcu gemisinin baş kaptanıymışım üstelik. Oysa bu zamandaki yaşamımda hiç anlamam gemi
nasıl kullanılır, baş kaptan neler yapar hiç bilmiyorum. Ama o geçmiş
yaşamımdan miras kalan bir şey var hiç unutulmayan, hiç değişmeyen. Mavi deniz,
mavi gökyüzü, bembeyaz pamuk şeker görüntüsündeki bulutlar, güneşin sıcaklığı,
denizin iyot kokusu, dalgaların eşsiz müziği, yunusların dansı, karabaktaların saklambacı,
martıların çığlıklarına karışan bembeyaz
kanatlarının sesi ve geminin arkasında oluşan o izlemeye doyum olmayan köpükler…
Denizin cam gibi parlayan turkuaz rengi
nasıl çeker hala beni…
Bu hafta sonu Avrupa yakasındaydım. Akşam üzeri çıktım yola gecenin ortasında ancak vardım menzilime. Karanlık, yetişmem
gereken bir randevu, kabus gibi bir trafik. Lütfen dedim. Bana bir daha randevu
verecekseniz Ankara’da verin, Antalya’da verin , İzmir’de verin. Ama İstanbul’da
vermeyin. Cuma günü akşam trafiği diyorum. Kestirmeden gideyim istedim ama tüm
atraksiyonları yapmak durumunda kaldım. Sıkıldım, bunaldım, üzüldüm, üşüdüm. Gece
Büyükçekmece’de ablamda kaldım. Geri dönüşüm ertesi gündü. Ne kadar geç yatsam
da sabah erken kalktım. Işık beni hep uyandırır. Evdekileri uyandırmadan çayı
koydum. Mutfak penceresinden şöyle bir baktım, karşımda boylu boyunca deniz… Sis
çökmüş karşı kıyılara. Beyaz, ince bir örtü gibi denizin üstünde. Yakın kıyı şeridinde sis yok, birkaç karabatak
sabah kahvaltılarını aramaktalar belli ki… Bir iki martı süzülüyor alçaktan. Salona
geçtim. Pencere kenarındaki koltuğun koluna tünedim adeta. Başımı cama dayadım
ve bir nehir olup aktım denize… Dalgalar belli belirsizdi denizin üstünde. Ağır
ağır geri çekilen sis kış mevsiminin ürpertisini vermek ister gibiydi. Güneş sarı sarı ışıklarını cömertçe sunmuyor. Gökyüzü açık oysa. Uyanıp bakınca pencereden
denizi görmek ne muhteşem bir duygu benim için. Bir balık olsam karışsam o
sulara, bir nehir olsam aksam hem dem olsam denizle. Alır mı üzerimdeki
yorgunluğu? Acımasız ve kalpsiz insanların umarsızca attıkları çöpleri nasıl ki
içine alıp hapsetmiyor, yüzeyinde ibret için tutuyorsa… İçine kadar işleyenleri
yosunlarla sarıp, kabuk gibi kaplıyor saklıyorsa, benim de yüklerimi yüzeyde
tutup beni içine alır mı acaba? Ya da yüklerimi hapsedip beni yunuslarla
birlikte yüzdürür mü üstünde?
Ben geçmiş hayatımda mutlaka gemi kaptanıydım. Gemimi dilediğim
denizlerde yüzdüren, denize aşık, güzel yürekli insanları gemisine yolcu olarak
alan bir kaptan. Bir beşik gibi sallanan gemimde hep ufka ve gökyüzüne bakardım.
Geceleri bir şölen gibi parlayan yıldızlar arkadaşlık ederdi bana ve usulca
süzülen gemime. Mevsimlere göre yön değiştiren samanyolu, takım yıldızları yalnızlığımı
unuttururdu günler süren yolculuğumda. Ayın parlak ışıkları yakamozlarla dans
ederdi kaptan köşkünden baktığım denizin üstünde. Güneşin batışı yetişmem
gereken bir gökkuşağı gibi beni çağırırdı her akşamüzeri… Sabahın seher vaktinde esen rüzgar iliklerime kadar tutkumu perçinlerdi.
Ben denizim, deniz benim…
Ya al beni derinliklerine kabuk misali sar sarmala, ya da
sun gözlerime ve ruhuma kendini alabildiğine…
#blogfırtınası
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder