31 Aralık 2013 Salı

31. GÜN / GİDERAYAK İÇİMDE KALMASIN...

Fotoğraf: Gün 31. Konumuz yeni yıl. Yeni yıldan beklentileriniz, yeni yıl kararlarınız ya da aklınıza ne gelirse…

2013 ün gitmesine saatler kala ele alıyorum içimde tüm yıl biriktirdiklerimi. Korkmayın kısa ve özet yazacağımdan emin olabilirsiniz.

2013 yılı seni hiç sevmedim ben, senin bir önceki seneni de sevmemiştim zaten. (süt oğlan
gibi oldu ama öyle doğruya doğru) Benim için senin silinip gitmen bana bir şey ifade etmeyecek emin ol. Hiç mi iyi günüm olmadı senin için dersen evet oldu. Hem de sana rağmen oldu. Bana kattığın tek değer daha güçlü olmam gerektiği bilinci oldu mesela. Her şeye ve herkese karşı ayakta, dimdik, güçlü, kendine güvenen, yarınlarına umut ve sevgi ile bakan biri olmam gerektiğini giderayak sana göstermem gerekti. Geldiğin ilk gün sevdiklerimle beraberdim. Tıpkı bir çocuk gibi şen ve mutlu karşıladım seni. Giderken de öyle olacağım inşallah ama seni uğurladığım için değil. Sevdiklerimle birlikte olacağım için. Teşekkür etmek istiyorum ama sana değil. Zor ve çaresiz kaldığım anlarda bana maddi, manevi destek olan eşsiz dostlarıma teşekkür ediyorum. Bana umut aşılayan, güç veren o iyi ki hayatımda yer almış değerli insanlara sonsuz teşekkür ediyorum. Ama sana değil. İster kız, ister küs zaten gidiyorsun bari içimde birikmişleri de al götür.

Ve 2014! Gelmene saatler kala sana da söyleyecek sözlerim var. Baştan söylemedi deme sakın. 2013 gibi yapacaksan eğer sana da söyleyeceklerim aynen bunlar olacaktır. Yok, ben farklı olacağım diyorsan gel başımın üstünde yerin var. Ama lütfen gelirken yanında benim istediklerimi de getir. İstemediklerimi zaten 2013 fazlasıyla getirmişti. Seni zor bir dünya, zor bir insanlık bekliyor. Bir göz için hepimizin gözlerini çıkaranları sakın unutma. İçimizde var olan o kutsal ışığı sırf kendi çıkarları için sinsice kullananları, insan görünüp şeytanca planlar yapanları, dili, dini, ırkı, cinsiyeti, yaşı ne olursa olsun lanetliyorum sonsuza kadar. Gelirken bir de yanında mutlaka vicdan ve insanlık getirmeyi sakın unutma. Senden önceki son birkaç yılda tüm dünyada köküne kibrit suyu döktüler çünkü. Yaşlı dünyanın da senden istediği bu emin ol ki…

Ben dünyadaki milyarlarca insandan sadece biriyim. Benim düşüncelerimde olan binlerce insanın var olduğuna inanabilirsin.

Bu yılın son yazısını da yazarak #blogfırtınası nı gün eksikleriyle de olsa bitiriyorum. Ben diyeceğimi dedim. Şimdi sıra sende 2014. Gözün yiyorsa buyur bekliyoruz bu akşam soframıza gelebilirsin. Yok yemedi dersen biz senin gelişin yerine Zehra’cığımın doğum gününü kutluyor olacağız bilgin olsun.


Güçlü, sevgi dolu, umut dolu, sağlıklı ve bôl paralı günler dileyenlerin olsun. :D 



30 Aralık 2013 Pazartesi

30. GÜN / MEKTUP SECRET YANİ!


Sevgili İlhami,

Bilirsin seni çok severim. Sen benim en iyi, en yakın, en güzel, en tatlı, en akıllı, en büyük, en şahane, en mükemmel dostumsun. Bak yalanım varsa ne olayım? Seni göremedim mi
özlüyorum. Her gün bize gel. Evimiz müsait olmasa bile ben senin için müsait kılarım. İstediğin saatte de gelebilirsin bak sınırlama yok yani. Başımın üstünde yerin var bunu bil.
Sevgili ilhami, dostum, kıymetli şahsiyet, bilirsin ben biraz fazla daldan dala gezmeyi severim. Biraz okur, biraz yazar, biraz da üretkenim, bazı şirineler çatlak olduğumdan da bahseder. Gördüğümü yapmak isteyen bir açgözlülüğüm de var saklamamak lazım. Ama her gördüğümü yapmanın anlamsız olduğunu da iyi bilirim. Bu yüzden yapabileceklerimden çok yapmak istediklerime sınır getirdim. Acizane ellerimle yaptığım tasarımlarımda ve geceleri geç saatlerde yazdığım bu yazılarımda senden ufak tefek torpiller istiyorum. Bak herkes birilerine torpil yapıyor, sen de bana yapsan diyorum.

İlhami’ciğim, cancağızım, iki gözüm misafir ol gel bana börekler açayım ben sana. Gülüyorsun biliyorum sen kimmm yufka açmak kim diyorsun ama inan ki mahallede incecik yufkaları olan bir yer var oradan alıp şahane börekler yapıyorum. Tamam pek de şahane olmuyor belki ama vaktim olsa şahane olacağı kesin. Akşam işten dönünce acele yapılan ancak böyle oluyor ne yapayım. En son yaptığımı acele ile fırına gönderdiğimde üstüne hiçbir şey sürmediğimi piştikten sonra farkettim mesela bu da ilginç bir deneyim oldu hepimiz için. Orada da devreye girebilirsin, beni yönlendirebilirsin. Serbestsin yani hiç alınmam, darılmam.

Bak yeni bir şey daha yapıyorum kısmetse. Şimdi söylemeyeyim buradan. Gerçekleşince açık açık ilan ederim. Sana büyük iş düşüyor bu planda. Beni yalnız bırakmazsın değil mi? Rüşvet falan istiyorsan ben öyle alangirli, dollangirli işlerden anlamam. Sen görebileceğim bir yere boş bi ayakkabı kutusu bırak ben içini evdeki ıvır zıvırlarımla, olmadı kestiğim keçe kırpıkları ile hemen doldururum.

Çok çok öpüyorum seni. Ne zaman, nerede olursam olayım mutlaka uğra, ara, mms, sms, e-posta, tweet gönderebilirsin. Tüm adreslerim sende mevcut. Kendine ve bana iyi bak. 2014  senin ve benim yılımız olsun ne dersin?


Sevgiler Mine…

29 Aralık 2013 Pazar

29. GÜN / FERAYE


Feraye akşam karanlığını hiç sevmiyordu, bundan sonrada asla sevmeyecekti. İşte yine akşam olmuştu. Çalışma arkadaşlarından bazıları masalarını toplarken aynı zamanda günün dedikodusunu yapıyor, bazıları ise akşamki programlarından bahsediyorlardı. Evde kendilerini bekleyen sorumluluklarından abartılı bir şekilde nasıl bir yük altında olduklarını aktarıyorlardı. Şöyle hiç kimse de günün iyi geçtiğinden, gecenin de iyi geçeceğinden, seve seve evdeki sorumluluklarına koşacağından, yarına daha sıkı, daha iyi olacağından bahsetmiyordu. Her akşam bir yakınma, bir küçümseme, bir bıkkınlık hakimdi konuşmalarına. Feraye bu konuşmalara zorda kalmadıkça asla katılmazdı. Tesadüfen biri soru sorarsa kısa cümlelerle geçiştirirdi. Ya oyalanır en son çıkar, ya da yıldırım hızı ile hazırlanıp herkesten önce çıkardı. Bu güne kadar kimse yol arkadaşı olmamıştı çalışma arkadaşlarından. Nerede oturur, nasıl gider, nasıl gelir kimse bilmezdi. Fazla konuşkan olmadığından kimse de tenezzül edip sormazdı zaten.


İşte yine bir akşam olmuştu. Yavaş yavaş masalar toplanmaya, çıkmadan önce son hazırlıklar yapılmaya başlanmıştı. Geriye doğru yaslandı koltuğunda. Acele mi etmeli yoksa yavaş mı hazırlanmalı karar vermeye çalıştı. En son çıkmaya karar verdi. Bilgisayarındaki açık olan programları tek tek kontrol ederek kapatıyor, onlar kapanırken hiçbir şey yapmadan bekliyordu. Oysa o arada masasını toplayıp, diğerlerinin yaptığı gibi lavaboya aynanın karşına gidebilirdi. Hazırlıklarını bitirenler tek tek son kez masalarına gelip başka bir şey kalmış mı kontrollerini yapmaktaydılar. İkişerli, üçerli konuşa gülüşe ayrılmaya başlamışlardı. 

Feraye hala işi ağırdan alıyor oyalanıyordu. Kimsenin dikkatini çekmeden bunu rahatlıkla başarabiliyordu. Herkes çıkmış istediği gibi en sona kalmıştı. Boş masalara bakarak hepsine birden sadece kendinin duyabileceği ses tonuyla iyi akşamlar, yarın görüşürüz dedi. Çantasının sapını sıkıca tutarak asansörlere yöneldi. O anda aklına gelen bir düşünce ile hızlıca aşağı inmek yerine merdivenlerden acele etmeden inmeyi tercih etti. Bu sayede aşağıda veya durakta herhangi bir mesai arkadaşı ile karşılaşma ihtimalini de ortadan kaldırmış oluyordu. Açık havaya çıkınca yeni başlayan gecenin serin ve kirli havasını derin bir kederle içine çekti. Omuzlarını düşürdü. Ayaklarını adeta sürür vaziyette her zamanki durağına doğru ağır adımlarla ilerledi. Durak tenha görünüyordu. Kısa bir tereddütten sonra durakta beklemek yerine ilerlemeyi, gecenin içinde kaybolup gitmeyi tercih etti. Kollarını göğüs hizasında birleştirip sanki kendini korumak ister gibi dalgın bakışlarla bir sonraki durağa doğru yürümesini sürdürdü. 

#blogfırtınası

27 Aralık 2013 Cuma

27. GÜN / EN SEVDİĞİM PERİ MASALINA YENİ BİR SON

Bir kont ve ailesi şatoda yaşıyormuş. Bu kontun eşi hastalanıp ölmüş. Kont şimdi karşısındaki evde oturan bir kadınla evlenmiş. Kadının önceki eşinden iki kızı varmış. Üvey anne ve kızları bir kaç gün sonra şatoya taşınmış ve kontun kızına gizli gizli kötü davranmaya başlamışlar. Zaman geçmiş ve kont ölmüş. Bu üvey anne ve çocukları külkedisine artık daha kötü davranır olmuşlar. Uzun zaman sonra bir balo düzenlenmiş. Kral artık evlenme çağına gelen oğlunun evleneceği eşini seçmesi için ülkedeki ve diğer yakın ülkelerdeki genç kızların katılacağı bir balo yapılmasını emretmiş. Davetiyeler hazırlanmış tek tek dağıtılmış. Külkedisinin yaşadığı şatoya da davetiye gelmiş. Ama üvey anne sadece kendi kızlarının katılmasını istediğinden külkedisi’ne birçok iş yüklemiş. Kızları için en yeni elbiseler hazırlatmış ama külkedisine hiçbir şey yapmamış. Davet günü üvey kardeşleri yeni elbiseleri ile tüm gün oradan oraya koşup eğlenmişler. Külkedisi ise son ana kadar şatodaki işleri yapmış. Bu arada külkedisinin fare dostları boş durmamış ona çok güzel bir elbise hazırlamışlar. Üvey annesine ve kız kardeşlerine kendisinin de baloya gitmek istediğini, bir elbisesi olduğunu söyleyen külkedisine cevap güzelim elbisenin paramparça edilmesi ile verilmiş.

Üvey anne ve kızları akşam baloya gitmek için yola çıktıkları zaman külkedisinin yanına bir iyilik perisi gelmiş. Onu güzelleştirmiş ve saat tam 12.00 da evde ol demiş. Sinderella balkabağından oluşan at arabasına binerek baloya gitmiş. Saraydan içeri girip balo salonuna kabul edilmiş. İşte o anda bütün gözler ona çevrilmiş. Bir köşede sıkıntı ile etrafına bakan Prens sinderella’yı görür görmez aşık olmuş.   İlk dansını onunla yapmış. Bütün gece yanından ayrılmamış. Saat tam 12’ye geldiğinde külkedisi eve dönmesi gerektiğini hatırlamış. İşte ne olduysa bu anda olmuş. Eve dönmek için prensten izin isterken birden bire bir değişim başlamış ve o eski püskü ev kıyafetlerine, temizlik yaptığı önlüğü ve çarıklarına bürünmüş üstü başı.  Başta prens olmak üzere tüm davetliler büyük bir şok yaşamışlar. Meğer ileri saat uygulaması o zamanlarda da yapılmaktaymış. Saatlerin tam 12:00 gösterdiği anda birden saatler 01:00 oluvermiş.  Oradan ağlayarak kaçan Sindrella şatosunu ve ülkesini terk etmiş. Prens bu travmayı hiç atlatamamış. Bu yüzden evlenmeyip kendini kiliseye adamış. Çok çalışmış ve sırayla en yüksek makamlara gelmiş.

Külkedisi Sindrella kaçıp saklandığı şehirde yeni bir hayat kurmuş. O da hiç evlenmemiş. Kimsesiz çocuklar için bir yuva kurmuş. Kendi çektiği acıları onların çekmemesi için onlara güzel imkanlar sağlamak üzere yardım faaliyetleri sürdürmüş. Günlerden bir gün yolu bir kiliseye düşmüş. Başpiskopos ile görüşmek ve kilisenin bu çocuklara yardımcı olmasını rica etmek istemiş. Başpiskopos bizim bir zamanlar ki prensmiş meğer. Başpiskopos genç kadını dinlemek üzere kabul etmiş. Külkedisi kimsesiz çocuklarla ilgili bu güne kadar yaptıklarını anlattıkça Başpiskopos çok etkilenmiş. Başpiskoposluğu bırakıp sizin bu kutsal görevinizde görev almak isterim, siz gökten inmiş bir iyilik perisi olmalısınız demiş. Külkedisi bu teklifi kabul etmemiş, siz yardım edin yeter demiş. Tam o sırada da ülkede yeni Papa’nın kim olacağı açıklanıyormuş. Yeni Papa bizim Başpiskopos yani bir zamanların prensi ilan edilmiş. Külkedisi bu habere çok sevinmiş. Ama yeni Papa eski Başpiskopos hiç sevinmemiş. Külkedisine şöyle demiş;

-Ha PAPA, ha BABA ne fark eder, ben sizin kimsesiz çocuklarınıza baba olmayı tercih ediyorum lütfen sizde kabul edin.


Külkedisi yeni Papa, eski Başpiskopos, daha eski prensin kendisine sarkıntılık ettiğini, çocukları bahane ettiğini düşünerek ayağından çıkarttığı çivi topuklu ayakkabısını kafasına indirmiş. Yardım paralarını toplamak için yanında getirdiği ayakkabı kutusunu da suratına fırlatarak  "geçti Bolonya'nın pazarı sür eşşeğini Napoli'ye" demiş ve oradan çıkıp gitmiş. Masalda burada bitmiş… 

Gökten üç elma falanda düşmemiş. Masalcı Mine nine; "Elma borsası altüst oldu şimdi elmanın kilosu kaça sizin haberiniz var mı?" demişşş. 

#blogfırtınası

25 Aralık 2013 Çarşamba

25. GÜN / ALO, BİR SU RİCA EDECEKTİM..


Su temasına dair yazı yazmamış istenmiş bu günkü yazımızda. Su ile ilgili o kadar çok yazacak şey var ki... Yaşamın özü su, dünyanın yaşanılır yer olmasının nedeni su, Marsta
hayat varmış denilebilmesi için aranan şey su, üzerinde yaşadığımız toprakların bereketinin asıl nedeni su, bir çeşit enerji kaynağı görülerek bir bir gasp edilen derelerin, nehirlerin oluşumu su ve anne karnındaki bebeğin içinde geliştiği şey yine su...

Bunların hepsi üzerine yığınla yazı yazılır, kiii diğer blog yazarları bazılarını ele almış da olabilir. Ama ben şimdi farklı bir şey yazacağım su ile ilgili. İçme suyu ile ilgili... Malum biz İstanbul sakinleri çeşmeden su içmiyoruz. Kendimi bildim bileli damacanalarla satın alıyoruz. Çocukluğumda hasır sepet içinde cam damacanalarda satılır, sırlı küplere boşaltılarak saklanırdı. Şimdi plastik damacana ile satılıyor aynı damacanada da saklanıyor mutfaklarda. 

Efendim, bir akşam üzeri mutfakta Seher ile birlikte yemek hazırlığı yapıyoruz. Yemekler pişerken sofrayı kuruyor bir yandan Seher. Tam o sırada damacadaki suyun bir sürahilik kadar kaldığını görüyor. 

- Suyunuz bitmiş Mine yenge. Su istemek lazım, diyor. Ben de kurabiye hamuru ile uğraştığımdan, 

- Ellerim yağlı, sana zahmet telefonumda kayıtlı arayıp ister misin? diyorum ama su istasyonunun adı aklıma gelmiyor. Bunun üzerine;

- Valla ismini hatırlayamadım, bilmemne su olacaktı, rehbere bir bakıver sonunda su yazan kayıtlı numarayı ara, diyorum. 

Seher doğal olarak rehbere kayıtlı olan isimlere bakıyor bir bir. Sonunda su olan bir isim arıyor. Benim balık hafıza yüzünden hepsi. Bir yandan tabakları salona içeriye götürüyor bir yandan telefonda isim arıyor. Sonunda buluyor. Pınar Pelinsu! Numarayı çeviriyor ve;

- Pınar Pelinsu'mu?  diyor.

- Evet buyurun diyor telefona çıkan kişi.

- Bize bir su gönderebilir misiniz lütfen, diye kibarca ricada bulunuyor.

Telefonun diğer ucundaki kişiden bir;

- Hıı? Sesi geliyor ve çat telefonu kapatıyor.

Seher şaşkın bir halde yanıma gelip;

- Ya ben sucuyu aradım ama Hıı? Diyerek yüzüme kapattı telefonu, lütfen sen arar mısın? Benim sesimi beğenmediler galiba… diyerek telefonu bana veriyor. Tekrar içeriye gidiyor. Nereyi, kimi aradığını bilmediğimden;

- Aaa, terbiyesizler niye şimdi böyle birşey yaptılar ki? diyorum Seher'in arkasından.  Ellerimi yıkayıp telefonu alıyorum ve o anda aniden ismini anımsadığım Selensu’nun telefonunu bulup arıyorum.

- İyi günler Selensu mu? Bir su rica edecektim. “diyorum. Adresi veriyorum, telefonu kapatıyorum.

Seher yanıma tekrar geldiğinde

- Selensu’yu aradım, bir şey demediler bana. suyu gönderecekler diyorum.” İşte o anda Seher olduğu yerde kalıyor ve;

- Selensu mu? Ama ben Pınar Pelinsu’yu aramıştım! derken ikimizde donup kalıyoruz.

Pelinsu oğlumun ilkokul sınıf arkadaşı, Pınar ise annesi. Ve ben o yıllarda sınıf annesiyim üstelik. Önce şoka giriyorum sonra gülmekten kendime gelemiyorum. Seher çok kızgın tabi ki.

- Yani aşk olsun sana, kadıncağızı telefon sapıkları gibi arayıp alay edercesine bize su gönderir misiniz? dedim. Ya okula gittiğimde kadınla karşılaşırsam yüzüne bakamam! diyor bana. çocuklarımız aynı okulda olduğundan ikimizde sık sık okula gidiyoruz. Velilerin çoğunluğuyla tanışıyoruz bu yüzden.

- Ayol asıl ben nasıl bakacağım. Üstelik sınıf annesiyim, diyorum ama gülmekten katılıyorum bir yandan. Seher elindeki bezleri kafama fırlatıyor.

- Gülme ben rezil oldum, sen gülüyorsun, diyor.

 Sonunda biraz sakinleşip, gülmekten yayılan ağzımı elimle düzeltmeye çabalıyorum. Pınar hanımı arıyorum.


- Pınar hanım, ben Mine. Az önce bir yanlışlık oldu. Benim telefonumda kayıtlı olan  Selensu yerine Pelinsu’yu aramış eltim..  Hem onun adına hem de kendi adıma çok özür dilerim. diyorum. Pınar hanım çok tatlı biri olduğundan önceki telefona bozulmasına rağmen o da başlıyor gülmeye. 

- Olur böyle şeyler Mine hanımcığım, ben de önce afalladım ama sonra anladım yanlışlık olduğunu diyerek olayı tatlıya bağlıyoruz. Tabi bu durumdan asla oğlumun haberi olmuyor yoksa dilinden kurtulamazdık maazallah…  Seher'le bir arada yemek yaparken su bitmiş ise aklımıza geliverir bu anımız. Pelinsu muydu? Selensu muydu arayıp bir su istesek mi der güleriz.

#blogfırtınası

23 Aralık 2013 Pazartesi

22. GÜN / ÖNCEKİ ZAMANLARDA BEN...



Geçmiş zamanın birinde bir gemi kaptanıymışım ben. Evet, evet kaptan. Şaşırmayın hemen, hiç kadından gemi kaptanı olur mu demeyin. Ben varmışım işte.  Tüm limanları dolaşan büyük bir yolcu gemisinin baş kaptanıymışım üstelik.  Oysa bu zamandaki yaşamımda hiç anlamam gemi nasıl kullanılır, baş kaptan neler yapar hiç bilmiyorum. Ama o geçmiş yaşamımdan miras kalan bir şey var hiç unutulmayan, hiç değişmeyen. Mavi deniz, mavi gökyüzü, bembeyaz pamuk şeker görüntüsündeki bulutlar, güneşin sıcaklığı, denizin iyot kokusu, dalgaların eşsiz müziği, yunusların dansı, karabaktaların saklambacı,  martıların çığlıklarına karışan bembeyaz kanatlarının sesi ve geminin arkasında oluşan o izlemeye doyum olmayan köpükler…  Denizin cam gibi parlayan turkuaz rengi nasıl çeker hala beni…

Bu hafta sonu Avrupa yakasındaydım. Akşam üzeri çıktım yola gecenin ortasında ancak vardım menzilime. Karanlık, yetişmem gereken bir randevu, kabus gibi bir trafik. Lütfen dedim. Bana bir daha randevu verecekseniz Ankara’da verin, Antalya’da verin , İzmir’de verin. Ama İstanbul’da vermeyin. Cuma günü akşam trafiği diyorum. Kestirmeden gideyim istedim ama tüm atraksiyonları yapmak durumunda kaldım. Sıkıldım, bunaldım, üzüldüm, üşüdüm. Gece Büyükçekmece’de ablamda kaldım. Geri dönüşüm ertesi gündü. Ne kadar geç yatsam da sabah erken kalktım. Işık beni hep uyandırır. Evdekileri uyandırmadan çayı koydum. Mutfak penceresinden şöyle bir baktım, karşımda boylu boyunca deniz… Sis çökmüş karşı kıyılara. Beyaz, ince bir örtü gibi denizin üstünde.  Yakın kıyı şeridinde sis yok, birkaç karabatak sabah kahvaltılarını aramaktalar belli ki… Bir iki martı süzülüyor alçaktan. Salona geçtim. Pencere kenarındaki koltuğun koluna tünedim adeta. Başımı cama dayadım ve bir nehir olup aktım denize… Dalgalar belli belirsizdi denizin üstünde. Ağır ağır geri çekilen sis kış mevsiminin ürpertisini vermek ister gibiydi. Güneş sarı sarı ışıklarını  cömertçe sunmuyor.  Gökyüzü açık oysa. Uyanıp bakınca pencereden denizi görmek ne muhteşem bir duygu benim için. Bir balık olsam karışsam o sulara, bir nehir olsam aksam hem dem olsam denizle. Alır mı üzerimdeki yorgunluğu? Acımasız ve kalpsiz insanların umarsızca attıkları çöpleri nasıl ki içine alıp hapsetmiyor, yüzeyinde ibret için tutuyorsa… İçine kadar işleyenleri yosunlarla sarıp, kabuk gibi kaplıyor saklıyorsa, benim de yüklerimi yüzeyde tutup beni içine alır mı acaba? Ya da yüklerimi hapsedip beni yunuslarla birlikte yüzdürür mü üstünde?

Ben geçmiş hayatımda mutlaka gemi kaptanıydım. Gemimi dilediğim denizlerde yüzdüren, denize aşık, güzel yürekli insanları gemisine yolcu olarak alan bir kaptan. Bir beşik gibi sallanan gemimde hep ufka ve gökyüzüne bakardım. Geceleri bir şölen gibi parlayan yıldızlar arkadaşlık ederdi bana ve usulca süzülen gemime. Mevsimlere göre yön değiştiren samanyolu, takım yıldızları yalnızlığımı unuttururdu günler süren yolculuğumda. Ayın parlak ışıkları yakamozlarla dans ederdi kaptan köşkünden baktığım denizin üstünde. Güneşin batışı yetişmem gereken bir gökkuşağı gibi beni çağırırdı her akşamüzeri… Sabahın seher vaktinde esen rüzgar iliklerime kadar tutkumu perçinlerdi. 

Ben denizim, deniz benim…


Ya al beni derinliklerine kabuk misali sar sarmala, ya da sun gözlerime ve ruhuma kendini alabildiğine…

#blogfırtınası

19 Aralık 2013 Perşembe

18. GÜN / KOKU! Fransa, Jean-Baptiste… NASIL UNUTURUM SENİ...

Patrick Süskind diye bir yazar Koku diye bir kitap yazmış vaktin birinde. Elinden kitap düşmeyen bendenize aynı yerde çalıştığımız benim gibi kitap delisi arkadaşım;

-Sana bir kitap tavsiye etsem okur musun dedi?

-Adı ne? Kim yazmış? Klasik sorularını yönelttim sanki tüm okuduğum kitapların yazar isimlerini çok iyi hatırlıyor muşum gibi. Bu bende önüne geçemediğim bir kusur ne yazık ki yüzleri, konuları kolay unutmam ama yazar isimlerini, hatta birkaç kez konuştuğum insanların isimlerini çok çabuk unuturum. Sonra tekrar karşılaştığımda;

-Ay ben bunu bir yerden tanıyorum? Eee ismi neydi? Der kıvranırım. Çok utanç verici bir durum. Utandım şimdi. :) 

Efenim, arkadaşım kitap yanımda diyerek çantasından çıkarttı verdi. Baktım incecik bir kitap, evirdim çevirdim okurum 2 güne biter dedim. Çaktırmadan güldü kızcağız anlam veremedim. Genellikle kitabın rastgele sayfalarını açar bir iki paragraf okurum. Hatta bazen direkt olarak sonunu okurum öyle karar veririm. Bununda bir iki paragrafını okudum ve tamam dedim.

Benim karar verip okumaya başladığımda yaptığım ilk şey, ilk sayfadaki basım yeri, yılı, kapak tasarımcısı, editörü, yayınevi, kaçıncı baskısı, sonra önsöz. Bunları mutlaka okurum. Kitabın kalitesi hakkında çok iyi fikir verir bana. Bir kitabın okunacak hale gelinceye kadar aldığı yolu özetler adeta. Romanlarda önsöz fazla olmaz direkt olarak konuya girerler. Bu kitapta var mıydı hatırlamıyorum. Bir parmak kalınlığında bir kitaptı. Başladım okumaya, üç, beş, onbeş, yirmibeş derken sayfalar arasında yavaş yavaş boğulmaya başladığımı hissettim. İlk başlarda kitabın kahramanı Jean-Baptiste Grenouille’nin doğumu, çocukluğu zorlu yaşam mücadelesi anlatıldığından okuması kolaydı. Ne zaman ki Fransa nın ünlü parfümcüsü ile yolları kesişti kitabın adı da devreye girmiş oldu. Koku! kokuu, kokuuuu… Açıyorsun koku, çeviriyorsun koku, kapatıyorsun koku… Bir yoldan gidip eve varacak sayfalar sürüyor yolun anlatımı. Betimleme üstüne betimleme. Detay, detay Allahım boğulacağım bitsin şu yol da varsın şu eve. Ne olacaksa olsun diyorum ama yok. Yol devam ediyor hala. Sonunda karar veriyorum atlaya atlaya okuyayım. Paragrafın geneline kuşbakışı bakayım, hızlı okuma tekniği yapayım aklım sıra diyorum ama daralıyorum. Kapatıyorum kitabı kalkıyorum. Boş kaldığımda yine elime alıyorum belki o an sıkıldım şimdi iyiyim devam edeyim diyorum ama yok yine aynı, yine aynı… Aneyyy bir de hava attım 2 günde biter bu kitap dedim kıza. Şimdi ben bunu okuyamıyorum desem rezil olmak var işin ucunda diyorum kendi kendime. Bir de sağ olsunlar incecik incecik küçücük yazı tipi seçip öyle basmışlar sayfaları. Öyleydi böyleydi derken kimbilir kaç günde, haftada okudum bitirdim o bir parmak kalınlığındaki kitabı. inat ettim bir haddini bilmez kitap beni alt edemezdi. Kitap bitti ama ben de bittim. Her uzatılmış, yayılmış anlatımda “ben senin diye başlayan övgüler düzdüm yazara. Ama bu durum yazarın hatası mıydı yoksa çevirmenin miydi karar veremedim. Bazen ne yazık ki çevirmenler güzelim kitapları böylesine katledebiliyorlardı. İyi de yayınevi, editör çevrildikten sonra kitabı okuyup denetlememiş olabilirler mi? Yoksa böyle kalsın çok iyi olmuş. Kitap kurdu olup okumakla kafayı hala yememiş olanlar bu kitabı okuyunca kesin yemiş olurlar diye mi düşünmüşlerdir acaba?

Abarttığımı düşünüyorsanız kitabı okumanızı tavsiye ederim. Yok okudum hiç de senin anlattığın gibi değil diyorsanız aynı çevirmen çevirmemiştir eminim. Bu da tutmadıysa benim diyecek sözüm yok. Kusur bende.


Efenim, kitabın kahramanı Jean-Baptiste Grenouille denilen bu zat-ı enteresan insan sayesinde her insanın parmak izi gibi bir kokusu olduğunu öğrendim. Yetmedi bitkilerden, hayvanlardan kısacası kokusu özü çıkarılacak herşeyden nasıl güzel koku elde edilebileceğini detayları ile öğrenmiş oldum. Damıtma, demleme, fermente vs tekniklerini bir güzel anlatmış, üşenmemiş yazarımız. Sağ olsun öğrendim hepsini. Sonunda kitabı bitirdiğimde inanamadım ve son sayfaları dönüp bir kez daha okudum. Kitabı geri verdim ve bir daha bu kitabı görmek, duymak ve okumak istemiyorum dedim kızcağıza. Kitap senin değil de benim olsaydı kesin liğme liğme eder, üstüne alır sobada yakardım. O zamanlar soba yakıyorduk yıl 1987. İşte benim hiç unutmadığım, unutamadığım, okurken nefret ettiğim ama yine de inatla okuyup bitirdiğim tek kitap budur. Bundan başka da böyle nefret bir kitap okumadım. Hala en ayrıntısına kadar hatırlarım içinde yazanları. KOKU Patrick Süskind… Sonra duydum ki filmi çekilmiş. Aman uzak olsun. Merak eden varsa bana müracat edebilir, özet halinde anlatırım hayatınız kurtulur… 



18 Aralık 2013 Çarşamba

17. GÜN KIRMIZI HEYBENİN SIRRI....

Ayşe ile kızı birlikte taşınma öncesi toparlanması gereken eşyaları elden geçiriyorlardı. Gerekli, gereksiz, atılsın, verilsin diye birlikte bu sıkıcı işi yapmaya çalışıyorlardı. Bir sürü şey
ayrılmış ama bir o kadar daha ayrılacak şey vardı. Sıra Ayşe'nin yatağının altına gelmişti. Ne çok şey vardı bu ikili baza da. Bir çoğu çocuklarım evlenirken veririm mantığı ile bohçaladığı hiç kullanılmamış şeylerdi. Ama bir o kadar da kullanılmış veya kullanmayacağı ıvır zıvırlardı. Ne verebiliyor ne işine yarıyordu bunlar. Annesinin kararsızlığı karşısında canı sıkılan kızı "Öf anne ya eşyalarından vaz geçemeyen yaşlı kadınlar gibi olmuşsun iyice" diyerek kızıyordu. Tam o sırada kızının gözüne oldukça eski, içine bir şeyler konulmuş kırmızı desenleri olan bir heybe takıldı. "Aaa! anne bu ne? İçinde neler var bunun? Kimin bu? Nerden geldi bize? Yoksa senin mi?" diye peş peşe sorular eşliğinde heybenin içini karıştırmaya başlamıştı bile. Ayşe; "Karıştırma onu.  O heybe benim ve kesinlikle kalacak" diyerek kesin net yanıtladı kızını. Genç kız çoktan heybenin içindekileri halının üzerine boca etmişti bile. Annesinin sakladığı birkaç küçük eşya, ıvır zıvırdı çoğunluk. İçindekilerden vaz geçebilir, birilerine verebilirim ama heybeden asla diye düşündü Ayşe. Sevgili kızının soru yağmuru bitmiş değildi henüz. İçinden çıkanları inceledikten sonra tekrar doldurmaya başladı ama sorularının yanıtını almak için ısrarını da sürdürerek. "Nerden geldi bu heybe anne? Neden önemli senin için? Bana versene? Anne yaaa benim olabilir mi?" Ayşe her sorusuna gülümseyerek karşılık verdi. Sonunda; "Koy yerine onuuu.. Şark köşesi yaparsam bir gün baş köşede olacak emin olabilirsin" diye kapatmak istedi konuyu. "Hı hı" dedi kızı. "Arkadaşından alıp getirdiğin şu içleri saman dolu, üzeri bu heybeye benzeyen şekilde kaplanmış ve de koyacak yerin olmadığından koltukların arkasına gizlediğin kocaman dev yastıkların gibi bir köşede o günün gelmesini bekleyecek sonsuza dek di mi?" diye sitemli sitemli konuşmasını sürdürdü kızı. Ayşe kafasını gömdüğü bazanın içinden kaldırmadan acı bir şekilde gülümsemekle yetindi. Geriye doğru çekildiğinde, gözleri heybeyi aradı. Uzandı yılların iyice eskittiği kırmızı heybesini eline aldı, sağ elini heybenin üzerinde özenle gezdirdi. Sonra dalıp gitti, onca yapılacak işini unutarak...

Ayşe ve Gaye çocukluktan başlayan arkadaşlıklarını kardeşliğe taşımış iki arkadaştı.  Birlikte okumuşlar, birlikte büyümüşler, birlikte yazlarını geçirmişlerdi…  Ayrı meslekleri seçmişlerdi. Ayşe özel sektörde Gaye ise devlet memurluğunda görev yapıyordu. Bir süre sonra da ayrı şehirlere yerleşmişlerdi. Ancak buna rağmen, düzenli olarak görüşmeleri eskisi gibi devam etmekteydi. Farklı zevkleri olsa bile ortak çizgide çok kolaylıkla buluşmayı her zaman başarıyorlardı. Yıllardır hiçbir yaz ayrı tatil yapmamışlardı. Biraz delifişeklik, biraz fazla özgüven erken büyümelerini sağlamıştı. Ayşe yıllık iznini Gaye’nin de tatiline denk gelecek biçimde ayarlamaya çalışır, mutlaka deniz kıyısında bir yeri seçerdi. Paralarını denkleştirirler, yeri tespit ederler ve yola çıkılırdı. Öyle önceden rezervasyon falan yok. Gidilir, gezilir en uygun motel veya pansiyon hangisi ise içlerine sinmiş bir şekilde kayıt yaptırılırdı. Bazen yanlarında başka arkadaşları veya ailelerinden birileri de olurdu. Ama en güzeli kimse kimseye baskı ve zorlama yapmazdı. Muhteşem ikili birbirlerine asla böyle davranmadıklarından onlarla birlikte tatile katılanlarda aynı kurallara uyarlardı.

Gaye daha aktif, hareketliyken Ayşe daha sakin, daha duruydu. Gaye pek çok spor dalını denemiş iken Ayşe sadece bisikleti tercih ediyordu.

Yine böyle bir yaz tatilinde organizasyon yapılmış iki kafadar Side’yi seçmişlerdi yer olarak. Daha önce hiç gitmedikleri bir yerdi. Ve rezervasyon falan yaptırmadan biletlerini aldıkları gibi yola çıkmışlardı. Bu sefer yanlarında Gaye’nin erkek kardeşi de vardı. Yaşça onlardan 4 yaş küçük olmasına rağmen, sessiz ama uyumlu bir çocuktu Hakan. Sırt çantaları arkalarında Side’in sokaklarında kalacak yer aramaya başladıklarında umutsuzluğa kapılmak yerine kendi hallerine bakıp gülüyorlardı. Denize yakın pansiyonlar biraz daha pahalı olurken denizden uzaklaştıkça hem daha sakin hem de daha uygun fiyatlı pansiyonlar önlerine çıkıyordu. Sonunda şirin, sakin bir yer bulup kayıtlarını yaptırdılar. Bu gün de dahil 6 gün tatilleri vardı ve sabah yemeği hariç diğerlerini kendileri yapmak durumunda kalacaklardı. Hemen ayaküstü planlar yapıldı yine. Öğlen deniz kenarında ekmek arası hazırlar yeriz, akşam gelirken makarna, köfte alıp yaparız. Bir başka gün de menemen hazırlarız böyle böyle idare ederiz dediler. Yemeği sen yaparsın ben yaparım tartışması bile yapmadılar. Kimin içinden geliyorsa o gün o yapardı zaten. Odalarına yerleştikten sonra en yakın bakkaldan aldıkları ekmek, domates, peynir, biber, salatalık ile ekmek arası yapıp karınlarını doyurdular. Sonra yataklarına uzanarak öğlen sıcağının geçmesini beklediler deniz kenarına gitmek için. Güneş biraz hıncını alınca da ver elini deniz kıyısı.

Gaye sahile iner inmez sırt çantasını gördüğü en uygun yere attığı gibi denize koştu. "Gelen gelsin ben giriyorum beklemem," derken kumların üzerinde koşmaya başlamıştı bile. Gaye’nin kardeşi Hakan ve Ayşe birbirlerine baktılar bir an. Ayşe "sıkıntı yok Hakan sen de girebilirsin ben biraz oturmak istiyorum" dedi. Hakan hevesle olur dedikten sonra üstünü çıkartıp çantasına koydu ve Gayenin peşinden sıcak kumların üzerinde yalın ayak hoplaya zıplaya denize doğru koşmaya başladı. Bir yandan da "Gayeeee beni bekle geliyorum" diye bağırıyordu ablasına.

Ayşe çantaları toparladığı gibi uygun bir şezlong bulmak için etrafı taramaya başladı. Fazla kalabalık olmayan sahilde kısa sürede yerini belirleyip hem hafif rüzgar alan hem de Gaye ile Hakan’ı görebileceği yere doğru ilerlemeye başladı. Gaye ve Hakan tüm öğleden sonra doya doya girdiler çıktılar denize. Ayşe, bir kez o da Hakan’ın denizden avuçlayarak getirdiği sularla ıslatıp durmasından kurtulmak için denize girmeyi kabul etmişti. Üzerinde yürüdüğü kumlar hala daha çok sıcaktı. Gaye ve Hakan çok iyi yüzmelerine rağmen Ayşe yüzmede pek başarılı değildi. Kısa mesafeler şeklinde yüzüp, bol bol sırtüstü yatarak Gaye ve Hakan ile küçük sohbetler ediyor, bazen birlikte denizin içinde taklalar atıyorlardı. En nefret ettiği şey birinin kendisine denizde şaka yapması olduğundan en başında tembihlerdi sakın bana bulaşmayın diye. Yeteri kadar kaldığını düşünüp   "haydi çıkalım" dedi Ayşe diğerlerine. Ancak yine tek başına çıkıp eşyaların yanına gitti. Dalgalı uzun sarı saçlarından akan tuzlu suyu kuruladıktan sonra serbest bıraktı. Üstünü de kurulayıp giyindi, eşyaları toparladı, saçlarını geriye doğru attırarak şezlonga boylu boyunca uzandı. Onun güneşlenmesi bile bu şekilde olurdu genellikle. Diğerlerini beklerken kulaklığını takıp kitabını eline aldı. Bu kısa süreli denize girmek bile yormuştu onu. Ama su nefisti. Pırıl pırıl parlayan, göz alabildiğine mavilik, iyot kokusu tüm ruhunu sarmıştı. Yer gök masmaviydi. Ne elindeki kitaba ne de müziğe yoğunlaşamadığını anladığında denizden gelen ahenkli dalga seslerini dinlemek istedi. Kulaklığını çıkartarak karnının üstüne koydu. Elindeki kitabı kapatmadan kulaklığın üstüne çevirerek bıraktı. Bedenini hafifçe aşağı kaydırırken gözlerini kapatıp başını arkaya iyice yasladı. Her şey silinmişti artık. İyot ve kıyıdaki yosun kokusunu içine çekerken dalga seslerini büyük bir zevk içinde dinlemeye odaklandı. Diğer tüm sesler sanki yok olmuştu. Bir süre öylece kaldı. Tam içi geçmek üzere iken Gaye ve Hakan sularını damlata damlata çıkıp geldiler yanına. Yüzüne gelen ince su damlacıkları ile çıktığı bulutların üstünden hızla yere indi. "Defolun zibidiler yanımdan" derken havlularını tutup yüzlerine fırlatıyor bir yandan da sahte bir kızgınlıkla gülüyordu. Diğerleri de giyinip oturduklarında Ayşe biraz önceki dingin, bulutların üzerinde gezinen halini çoktan geride bırakmıştı. Bir süre sonra acıktıklarını hissedip kalkmaya karar verdiler. 

Yol boyunca konuştular. Pansiyona yakın küçük bakkaldan çubuk makarna ile birlikte ketçap, yoğurt ve ekmek alarak yorgun bir halde pansiyona geldiler. Aldıklarını mutfakta bir yere bırakıp odalarına geçtiler. İlk duşu Ayşe alıp hızlıca aşağı mutfağa yemek hazırlamaya indi. Kısa bir süre sonra önce Hakan sonra Gaye’de mutfağa inmişlerdi. Öğlenden kalan domates, biber, salatalığı iri iri doğrayarak çoban salatası yaptılar hızlıca. Oturup doyuncaya kadar makarna, salata, yoğurt yediler. Biraz televizyon izlediler, karşılıklı tavla oynadılar. İki kardeş karşılıklı oynarken, Ayşe doğru düzgün yayın yapmayan kanalları dolaştı bir süre. Canları daha fazla oturmak istemeyen Gaye ve Ayşe göz göze gelince sözleşmiş gibi odalarımıza gitsek mi diyerek ayağa kalkmışlardı. Hakan itiraz edecek oldu ablası hemen resti çekti. "O kadar yoldan geldik doğru düzgün dinlenmedik herkes odasına marş marş…" 

Ayşe ve Gaye odalarına çıktıklarında alçak sesle şarkı söylemeye başlamışlardı.  
 "Ah, dedi Gaye gitarımı da getirseymişim çalardık balkona çıkıp ne güzel olurdu?"

Birer sigara yakıp balkona çıktılar birlikte. Boş sandalyelere ayaklarını uzatıp balkon sefasının tadını çıkarmaya hazırlandılar. Uykuları yoktu ve yanlarında Hakan da yoktu. Rahat rahat konuşuyorlardı aralarında. Yıllardır birbirlerini çok iyi tanımalarına ve her şeylerini bilmelerine rağmen hala daha konuşacak birçok konuları vardı. Hiçbir şey kalmasa hayallerinden bahseder dururlardı saatlerce. Uykuları iyice gelene kadar aralıklı sigara eşliğinde sohbetlerini yaptılar. Normalde özellikle çok az içmeye dikkat ederlerdi sigarayı. Sonra Ayşe uykum geldi diyerek içeri yatağına geçti. Sabah erken kalkma alışkanlığından akşamları fazla geç saatlere kadar oturamazdı istese de. Uykusu geldi mi kimseyi dinlemez gidip yatardı. Gaye bir sigara daha yakıp gecenin karanlığına dalıp gitti arkadaşına iyi geceler derken. Sabah erken uyanan Ayşe sessizce giyinip kahvaltıya indi. Pansiyon sahibi karı-koca ile birlikte güle konuşa güzel bir kahvaltı sofrası hazırladı kendine. Diğer pansiyon sakinleri de yavaş yavaş masalarda yerlerini alırlarken göz göze geldikleriyle gülümseyerek hafif bir baş hareketiyle günaydın anlamında sessiz bir iletişim kurdu. Kahvaltı bitiminde ağaçların altına kurduğu masasında bir fincan çay, okumakta olduğu kitap, ağaçtaki durmadan cıvıldaşan serçeler çoktan en yakın dostu olmuşlardı. Yaklaşık 2 saat bu şekilde biraz tembellik çokça keyif yaptıktan sonra Gaye ve Hakan nihayet kalkıp geldiler. Son anda yakalamışlardı. Kahvaltılarına devam ederken bir yandan da Ayşe’ye kararlarını açıkladılar. "Bisiklet kiralamayı düşünüyoruz. Biraz tur atıp sahile bisiklet ile gidip dönüşte bisiklet ile gelmeye ne dersin Ayşe?" diye sordu Gaye.

Ayşe tam bir tembel olmuştu bu gün. Bütün bir yılın yorgunluğunu bu şekilde atacağını zannederek "Siz gidin ne istiyorsanız yapın beni bırakın. Daha sonra yürüyüş yaparak yanınıza gelirim. Öğlen içinde bir şeyler hazırlar getiririm hatta ama beni şimdiden götürmeyin." diyerek ısrara meydan bırakmadı.

Geriye kalan 5 gün serbest ama bir o kadar da huzur dolu geçti. Denizden ara verdikleri zamanlarda birlikte çevredeki yerleri keşfe çıktılar. Zamanları az olduğu için Saklı kente gidemediler ama Alanya ya gidip geldiler günü birlik. Side’nin girişinde bulunan antik Side tiyatrosuna girmeden önce hemen yanıbaşındaki ören yerinde hem özel bir sergi hem de açık müzedeki tarihi kalıntıları gezdiler. Ayşe, böyle yerleri gezerken hemen yanlarına konulmuş her bir açıklama metnini virgülüne kadar okumaktan zevk alırdı. burada da aynı şeyi yapıyordu. Hatta okudukları içinde ilginç bulduğu yazıları Gaye ve Hakan’a da bir daha sesli okumaya çalışıyor, dinlemediklerini anladığı anda fırçasını çekinmeden atıyordu. Her ne kadar "okuma yazmamız var sen kendine oku" deseler bile o inatla; "Aaa bak bi dinleyin ne yazmışlar" diyerek sesli okumaya devam ediyordu. Bir ara arkasına baktığında Gaye ve Hakan'ın yerini yaşları epey ilerlemiş yerli turistlerin almış olduğunu gördü. Tıpkı bir tur rehberi dinliyor gibi kendisini pür dikkat dinlediklerini görünce hem utandı hem şaşırdı Ayşe. Dinleyicileri kendisine teşekkür ediyor lütfen devam edin diyorlardı. Mecbur okumaya devam etti ama ara ara Gaye ve Hakan’ın bulunduğu yere bakarak sorarım ben size manasında kafasını sallıyordu. Gaye ve Hakan, Ayşe’den kurtulduklarına seviniyor uzaktan elleri ile ohhh canımıza değsin yapıyorlardı.

Okuma işi bitince o muhteşem anfi tiyatronun içine girdiler birlikte. Anfi tiyatroda epey eğlendiler. İki arkadaş mini bir doğaçlama sergilediler sahneyi bulmuşken. İkisinin de ortak tutkusu tiyatroydu. Turistlerin şaşkın bakışları karşısında hiç çekinmeden sürdürdüler sunumlarını. Hakan çılgın ablalarını tanıyor ve hallerine kahkahalarla gülüyordu. Antik tiyatroyu gezen turistlerde gülümseyerek fotoğrafladılar bu anları. Kısa gösterileri bitince, birlikte - görünürde bir avuç insana ama hayalli olarak hıncahınç dolu çılgınca - alkışlayan seyircilerine yerlere kadar eğilerek selamlarını verdiler. Sonra da taşlarda çınlayan kahkaha sesleriyle sahneden seyirci basamaklarına doğru ilerlediler. Gün batımını buradan izlemek istediler. En üst basamaktan manzara nefisti çünkü. Ama güneşin batışına daha vardı. Etrafta oyalanıp o anı mutlaka yakalamak üzere gezmeye devam ettiler. Sokakta canlı müzik yapan küçük bir gruba eşlik ettiler. Yerel el ürünleri satan küçük tezgahları dolaştılar. Sonra dönüp güneşin batışını izlediler anfi tiyatronun en üst basamağından. Üst basamaklar kendileri gibi o anı izlemek isteyen yerli yabancı turistlerle dolmuştu çoktan.


Kısacık bir tatil böylesine güzel ve huzurla geçti. Son gün pansiyonun sahibi karı koca onlardan ayrılmanın hüznü ile seneye tekrar gelin mutlaka diye ısrar ediyordu. Ayşe'nin gözü duvarda asılı duran heybeye takılmıştı. Kırmızı kök boyalarla elde yapılmış eski bir heybeyi ilk günden gözüne kestirmişti. Ne yapıp ne edip onu almak istiyordu. Önce para teklif etti, hatta açık arttırma bile yaptı. Ama dekora dahil olduğundan olmaz deyip durdular. Sonra şakayla karışık yalvarmaya başladı yeter ki o heybe onun olsun diye. Hiçbir fazla özelliği yoktu oysa. Oldukça koyu kırmızı desenleri olan kıl yünden elde yapılmış bu heybeyi almadan ayrılmak istemiyordu nedense. Pansiyonun sahibi, Ayşe’nin bu isteğini geri çevirmek istemiyor sadece yapabildiği kadar naz yapmaya çalışıyordu. Sonunda seneye de gelmeleri karşılığında duvardaki heybeyi alıp Ayşe ye verdi. Sakın bizi unutma bu heybeyi iyi sakla dedi. Küçük bir çocuk gibi gözlerinin içi güldü Ayşe’nin. Büyük bir hazine onun olmuşçasına sarıldı heybesine. Bir tatil de böyle bitmişti. Seneye tekrar giderler mi belli değildi. Ama Ayşe bu heybe sayesinde asla unutmadı bu tatilini. Aradan geçen 27 yıla rağmen o heybe hala Ayşe ile beraberdi işte. Ama duvara asılı değil. Ne zaman yatağının altındaki bazayı açsa o koyu kırmızı kök boyalı heybe hep oradan gülümseyerek ona bakmaktaydı. Her eskiyen şeyden vaz geçebilir belki ama bu heybe liğme liğme olup dökülünceye kadar hep onunla olacak burası kesindi. Şimdi ona bakarken Gaye'yi düşündü acaba bu heybeyi hatırlıyor mudur? Kimbilir?  dedi heybeyi yerine yavaşça bırakırken. 

#blogfırtınası

17 Aralık 2013 Salı

16. GÜN SON YEDİĞİM YEMEK! Sahi neydi?

Şaka gibi bu aralar anılara taktım gidiyorum. 16 aralık yazısının önceden belirlenen “konusu son yediğiniz yemeği tüm detaylarıyla anlatın, ağzımız sulansın” idi. 

Son yediğim yemek Barbunya yemeği. En sevdiğim yemek. Pek yemek seçmem ama bu

16 Aralık 2013 Pazartesi

6. GÜN MUTFAK PENCEREM...


Mutfak penceremin önünde duruyorum yemek yaparken. Fırınlı ocağım pencere kenarında çünkü ve yemek yaparken mutlaka pencerenin önünde duruyor oluyorum. Havanın iyi olduğu günler boyunca o pencere hep açıktı yemek yaparken, malzemeleri hazırlarken, pişirirken, yerken hep açık anlayacağınız. 

Mutfak pencerem hemen yanımızdaki metal kesim atölyesine bakıyor. Tek katlı ama oldukça yüksek bir yapı. Dolayısı ile çatısı benim penceremin hizasında. İki bina arasında yaklaşık 4-5 metre mesafe var. Ve nedense bahçe içindeki 5 katlı apartmanın araba park yeri arka sokağa bakan cephesinde. Bu yüzden bahçenin iki girişi var. Ön bahçe girişi apartmanın ana giriş kapısına bakarken arka giriş bu taşlık alana geçişi sağlıyor. iki sokak arasındaki transit geçiş sağlaması ile mahalle halkı için de bir kestirme yol oluyor. Her iki girişte de demir kapı olmasına rağmen çevredeki insanlar alışmışlar demir bahçe kapısını açıp geçiyorlar rahat rahat. İlk zamanlar bahçeye her gireni bizim apartmana gelmiş sanıyor, bahçeden her çıkanı apartmandan çıkan diye düşünüyordum. Zamanla alıştım kel alaka insanların bahçeden geçip gitmesine. 

Hafta içi ve cumartesileri çalışıyor metal atölyesi. Çıkardığı seslere benim migren ağrım tutmadıysa alıştık ailece diyebilirim. Cısss, tak, tançtunç, tooğkkk, toss gibi sesler sokakların ve caddelerin gürültüsü arasında duyulmaz oluyor adeta. Neredeyse 3 yanımız yakın ana cadde bu arada. Müthiş de ses kirliliği var. Bir kere her akşam havai fişek sesleri, sanki savaşa girmişiz gibi duygu uyandırıyor insanda. Sonra araba yarışları, bir fren sesleri çıkıyor ki anlatılmaz yaşanır. Cadde ve sokaklarımız San Francisco caddelerini aratmıyor. İn-çık, in-çık. Araba ile iyi de yürüdüğünde iflahı kesiliyor insanın. Sonra bir de asker uğurlamaları var. Ama o ne uğurlama. Gecenin 3’ne kadar devam eden bir korna sesi, davul zurna sesi, havai fişek sesi. Yani başka nerede böylesi bir gürültülü mahalle, semt var bilmiyorum. Maç zamanları karşı köşedeki pastanede topluca seyredilen maçın skorunu izlemesek bile takip edebiliyoruz rahat rahat.

Şimdi konuyu dağıttığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. İşte ben mutfak penceremden kafamı uzatıp baktığım, atölye ile apartmanımız arasındaki o geniş taşlık alanda mahallenin büyüklü küçüklü çocuklarının oyun seslerini dinliyorum. Avaz avaz, ciyak ciyak bağırtılarını. Kızlar bir grup, erkekler bir grup oluyorlar. Yakan top, tekerleme, aç kapıyı bezirgan başı, saklambaç, körebe, kuka… akla ne gelirse hep birlikte oynuyorlar. 4 yaş ile 14 yaş arasında değişiyor yaşlar. Onların seslerini dinleyerek yemek yapıyorum. Ara ara camdan dışarı kafamı uzatarak onları izliyorum. Bana çocukluğumun mahallesini hatırlatıyor onların böyle oynaması. Artık böyle sokakta oynayan çocuklar kalmadı büyük şehirlerde. Bazen apartmanın ön cephesindeki gerçekte cadde ama bize göre sokak olan yerde bazende arka sokakta binaya bitişik otopark alanında oynuyorlar.  Yine hep avaz avaz, ciyak ciyaklar. Hele bir de kavgaya tutuşmuşlarsa kızlarla erkekler… Aman Allah’ım kızların incecik seslerini bastırmak öyle kolay mı? Erkek çocukları istedikleri kadar efelensinler kızların ciyaklayarak bağıran sesleri baskın çıkıyor. Erkek çocuklarının içinde yaşça büyük olanlar kızları susturabilmek için öne çıkıp tehditler savurunca kızların imdadına evdeki ablalar yetişiyor. Hemen gelip ciyaklayan kardeşini kolundan tutup doğru eve diyor. Diyor demesine de bir yandan da tehditler savuran büyük erkek çocuğuna da ağzının payını vermeye devam ediyor. Çünkü abla erkek çocukla ya aynı yaşta yada birkaç yaş büyük.  Allah’tan bu durum silsile yoluna gitmiyor. Sonra bir müddet küslük, somak sarkıtmak, karşılıklı omuz silkmeler, ters bakmalar, ayrı ayrı oynamalar şeklinde devam ediyor. Ancak kısa sürede oyunların yavanlığı birlikte oynamak isteğini canlandırıyor ve aralarında sulh ilan ederek, karşılıklı şartlar koşarak tekrar birlikte oynamaya başlıyorlar. Yine ciyak ciyak bağıra bağıra oynanmaya devam kısacası. 

İşte yine böyle bir gün bizim taşlıkta oyun oynuyorlar ve avaz avaz bağırıyorlar. Hiç kızmama rağmen o gün nedense gürültü kaldıramadığımı fark ettim. Pencereden dışarı baktığımda oyunu bırakmış yere oturmuş olduklarını gördüm. Yanyana oturuyorlar ama kendilerini öyle kaptırmışlar ki hala daha aynı tempoda bağırarak konuşuyorlardı. Dayanamadım seslendim;

– Çocuklar! 

– Şiiştt çocuklarrrrr! 

–Bağıran çocuklarrrr!!!  Tık yok. Duymuyorlar beni. Gözümü kararttım ve avazım çıktığı kadar 

– LEEENN Bİ SUSUN DA!!! 

Tak diye herkes sustu anında. Tüm kafalar yukarı 2. Kattaki mutfak pencereme çevrildi. Sesimi normale çevirdim ve 

–Bakın saatlerdir bağıra bağıra oynuyorsunuz sesimi çıkarmıyorum ama biraz daha bağırmaya devam ederseniz kafanızdan aşağı bir kova su dökeceğim haberiniz olsun. Ya bağırmadan oynayın ya da herkes evine dağılsın dedim. Sonra ne mi oldu. Oturmaya devam ettiler. Belli ki yorulmuşlar. Aralarında konuşmalara devam ettiler. En çok cırlayan küçük erkek çocuğu kendini toparlamada zorlandı. Ama ne zaman sesini yine aynı şekilde yükseltse diğerleri; 

–Oğlum sus biraz, teyze kovayı hazırlamış diyerek normale döndürdüler. Güldüm her konuşmalarına. Ama en azından sesler normale dönmüş oldu. Gitmelerini hiç istemem. Aynı şekilde büyümelerini de istemiyorum. Büyüseler bile yerlerini küçük kardeşleri doldursun isterim. Onların oyunları, aralarındaki konuşmaları, birbirlerine karşı verdikleri mücadeleler, karşılıklı yaptıkları nispetler beni hep gülümsetiyor. Çünkü bu çocuklar mutlu. Bu çocuklar enerjilerini fiziksel oyunlarla atıyorlar. Sağlıklı gelişiyorlar. Büyüdüklerinde anlatacak, hatırlayacak güzel anıları oluşuyor.

Mutfak penceremden çok seyrek de çıksa kurumuş ekmekleri frizbi atar gibi atölyenin çatısına atıyorum zaman zaman. Asla çöpe ekmek atmam, pencere önüne de koymam bu yöntem beni büyük bir sıkıntıdan kurtarıyor. Her sabah küçük kuşlar, kargalar hatta martılar bile geliyor o çatıya. Gece attığım birkaç küçük dilim ekmek öğlene kalmadan son kırıntısına kadar bitmiş oluyor.


Benim mutfak pencerem manzara görmüyor, yan binanın duvarına ve çatısına bakıyor belki ama en güzel gülümsemelerim kuşların bana verdikleri selamlarda ve çocukların oyun seslerinde kendiliğinden oluşuyor.


ps: bu yazımı 6 aralık tarihinde yazmış ancak yayınlayamamıştım. yine de eklemek istedim.

5 Aralık 2013 Perşembe

5.GÜN UNUTULMAYAN KABUS

Neredeyim, ne yapıyorum bilmiyorum tek bildiğim ve ömrümün sonuna kadar da bileceğim kötü bir kabus. Belki yazarsam beyin kıvrımlarımda saklamak yerine dışarı çıkartır ve

3 Aralık 2013 Salı

3.GÜN Dünyada istediğim bir yere gidebilecek olsam nereyi seçerdim?

Şimdi benim için ne zor bir soru bu; “Dünyada istediğiniz bir yere gidebilecek olsanız nereyi seçerdiniz?” yani bir kere sıcak bir yer olmalı ama öyle nemden boğulmamalı insan, üstelik mutlaka deniz veya en azından büyük bir göl, körfez de olabilir bir yer olmalı. Sonra mutlaka yeşillik, çayır-çimen, ağaçlar, meyve ağaçları olmalı. Evler olmalı ama öyle apartman, hele hele gökdelenler olmamalı. Evler bahçeli olmalı mümkünse. Çocuklar çimenlerde koşup oynamalı, ağaçlara tırmanıp meyvelerinden yemeli dilediğince. Korkusuzca ve özgürce oyun oynamalı sokakta ve toplanıp kapıma gelmeliler, “çok susadık, su verebilir misiniz” diyebilmeliler mesela. Çeşmelerden tertemiz su akmalı, sebze, meyve her şey katkısız, katıksız olmalı. Bizim minnoş mutlaka olmalı. Depresyona girdi zavallı. Sevgi hastalığına tutuldu. Kapıya çıktığımızda ayaklarımıza yatıyor ve kafasını ayakkabımıza sürterken takla atıyor adeta. Sevin beniiii diye bağırıyor. Yavrularını kaybettiğinden beri depresyonda kendisi.


Neyse efendim, nerede kalmıştım?  Gün batımı kadar, gün doğumunu da en güzel şekilde görmeliyim bu yerde. Tiyatrosu, konser alanı, sergi salonları, müzeleri, ören yerleri, tarihi kalıntıları olmalı mutlaka. Bir de kütüphane küçük ama en güzelinden… Biliyorum internette neredeyse her şey var ama kağıttan mütevellit kitapların yerini tutmuyor bana göre.  Havası temiz olmalı dememe gerek yok böyle bir yerin havası temiz olur zaten. Hmmm, aklıma şimdilik başka bir şey gelmiyor. Anlaşılan hayallerim ve isteklerim körelmiş. Canlandırmak lazım. J Böyle bir yer var mı? Mutlaka vardır. Bilenler parmak kaldırsın ve de bana söylesin. Benim isteklerim atla deve değil sonuçta.


Peki bir yer seçmem gerekirse bu isteklerime en yakın yer olarak neresini seçerim? Herhalde atalarımın geldiği yer olan Doyran kasabasını seçerdim. Doyran gölünün kıyısında. Hiç gitmedim, görmedim ama öyle bir yerdir diye hayal ediyorum. Bir gün yemyeşil kırlarda, bir geniş ağacın altında müzik dinleyerek, kitap okuyor olurum, bir gün Arnavut kaldırımı döşeli çarşısında Pazaryeri geziyor olurum, başka bir gün kıyıda şemsiye altında şekerleme yapıyor olurum, akşam gidilecek bir konsere biletim hazırdır çantamda. Trafik? Trafikte en çok bisiklet görürüm gün boyunca. İnsanları, komşularım hep içten, dürüst ve tok gözlü, tok sözlüdür.


Şimdilik hoşçakalın diyor, ben düşünmeye devam ediyorum,  


1. GÜN “Bir varmış, bir yokmuş”

Bir varmış bir yokmuş… Bendenizin yüreği, uzun zamandır ara verdiğim yazma tutkusuna geri dönmeye karar vermiş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir tesadüf #blogfırtınası http://tamamenatiyorum.com/2013/11/30/blog-firtinasi/ ile yollarım kesişmiş… veee içimdeki yaramaz hınzır neden olmasın demişşş… Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken çoook eskilerden bir güzel masal anılarıma düşüvermiş…

Efendim, çocuklarım küçükken onlara her akşam masallar okurdum kitaplardan. Kitaplar bitince bildiğim masalları anlattım. Tekrar, tekrar anlattım. Ama günü geldi tükendi kitaplardan okuduklarım ve anneciğimin biz küçükken bize anlattığı masallar. Bunun üzerine yepyeni bir masal anlatmaya başladım onlara. Kızımın oyuncakları arasında bulunan yaklaşık 5 cm. lik kavuniçi, kollarını iki yana açmış, sert plastikten bir bebek gözüme çarptı. Ve o akşam çocuklara; size yeni bir masal anlatacağım, bu sosis bebekle ilgili bir masal. Dedim ve bebeği gösterdim. Adı neden sosis bebek sormayın. O anda aklıma bu geldi. Bebeğin rengi ve küçük oluşundan altbeyin bunu çağrıştırdı aceleyle sanırım. Çocuklar hemen elimden alıp, heyecanla

-Hadi anne anlat, demeye başladılar. 

Ve böyle başladı sosis bebeğin masalı. Her akşam yepyeni macerası ile devam etti. Maceranın en heyecanlı yerinde devamı yarın akşam diyerek bitirdim. Tüm ısrarlara rağmen gülümseyerek iyi geceler dedim. Masal boyunca bu minik bebek yani yeni ismi ile sosis bebek ellerinde dururdu. Sırayla el değiştirirdi. Biraz abi, biraz kardeş… Neler yaşamadı ki o sosis bebek, oyuncak toptancısında anne ve babası ile oyuncak evlerinde yaşarken, bir gün diğer oyuncaklarla tanışmak için dışarı çıktığında evlerinin içinde anne ve babası ile birlikte satılması ile başladı macerası. Anne ve babasını bulmak uğruna çıktığı yolda başına gelenler, yaşadığı olaylar, edindiği arkadaşlar, maceralar, sevinçler, üzüntüler, önemli büyük dersler… Uzun bir zamandan sonra kavuştu anne ve babasına tabiki. Masalda bitti. 

Yıllar yıllar sonra çocuklarım büyüdü. Oyuncakları oyuncak sepetinde hala daha özenle durur. Misafir çocuk gelirse çıkartılır gidince tekrar kapaklı sepetlerine geri konulur. İşte böyle bir misafir çocuk için çıkartılmış oyuncaklar arasından nasıl olduysa bu sosis bebek halının üzerinde kalmış. Oğlum bebeği görünce hazine bulmuş gibi mutfağa yanıma geldi. Sosis bebeği burnumun dibine dayarcasına;

-Anne bak ne buldum. Hatırlıyor musun dedi?

-İlahi deli oğlan, nerden buldun onu? Asıl sen hatırlıyor musun? Dedim.

Bu heyecanlı konuşmayı duyan kızım durur mu hiç, hemen yanımıza geldi.

-Aaaa! bu sosis bebek değil mi? Versene abi diyerek atıldı.

Bunca zamandan sonra sanki bir akrabamızı bulmuş gibi üçümüzde mutluyduk ve sevgi dolu sırıtışlarla birbirimize bakıyorduk. Bakalım ne kadar hatırlıyorlar diye sınamak istedim onları.

-Neler hatırlıyorsunuz anlattıklarımdan? dedim. 

Kızım çok derin hatırlamamasına rağmen hissettiklerini ve anılarındaki kırık dökük hatırladıklarını aktardı. Eh kız haklı tabi henüz 1,5 veya 2 yaşındaydı. abisi 5 veya 5,5 yaşındaydı. Bu yüzden daha net hatırlıyordu bazı şeyleri. Deli çocuklar tutturmazlar mı hadi anne anlatsana yine diye. Ayol geceler boyu nasıl bir hayal dünyası ile anlattıysam bitmek bilmeyen maceraları nasıl tekrar anlatayım size. Evet hepsini hatırlıyorum hala ama sizin masal dinleyecek yaşınız çoktan geçti be güzellerim. Kısmet olursa torunlara artık desem de ikisi de ama anne diyecek oldular, ben kaşlarımı kaldırınca da ikisi de küstük diyerek mutfaktan çıktılar. Çıktılar çıkmasına da koridorda sosis bebek sende kalacak, bende kalacak didişmesine girdiler. Seslendim bende;


-Sırayla tutun odanızda. Bir gün sende bir gün diğerinizde… Abi 20, kızkardeş ise 17 yaşında. Sosis bebek hala bizimle, boyu hala 5 cm. kolları iki yana açık şekilde ve de 15 yaşında. 

ZAMANIN BUNLARDAN HABERİ YOK…


 Bir kahve pişirimi ve içimi sürecinde yazılan bu yazı zamanı anlatmakta. Kimi ne göre kısacık olan bu süre kimi ne göre de bir yazıyı kaleme, kağıda dökecek kadar uzun olabiliyor. Keyifli bir kahve molasına keyifli bir

KAPI

Bazen iki satırlık bir cümle hiç beklemediğiniz ama gerçekte hep aradığınız kapının ansızın karşınıza çıkmasına neden olabiliyor. Sonra o iki satırlık cümle size sayfalar dolusu cümleler oluşturuyor beyninizde… 

Elif Şafak’ı pek sevmem. Sevmememin nedeni hakkında yazılan yazılardır. Şahsen kendisini tanımam,