26 Ocak 2014 Pazar

BÜYÜLÜ DÜKKAN

(resimler:http://frpnet.net/kultur-sanat/mekanlar)


Şu aralar güzel bir hazırlık içerisindeyim. İş çalışma zamanlarımdan kalan kısıtlı zamanlarımda keçe çalışmalarıma ağırlık vererek stok hazırlıyorum. Bu çalışmalar süresince  TV karşısına kurulup onun sesinin arkadaşlığı ile gece çok geç saatlere kadar çalışabiliyorum. Sadece sesi değil elbette göz sağlığım için de TV den yararlanıyorum. Nasıl mı? Yakını gözlüksüz göremiyorum uzak ise şahane net. Ancak uzun süre yakına odaklanınca bir süre sonra uzak görüşüm bulanıklaşıyor. Bu yüzden zaman zaman yakını bırakıp uzak görüş mesafesine odaklanıyorum. Sabit bir görüntüleri değil de hareketli bir görüntüyü takip etmek çok daha etkili oluyor bu göz jimnastiğinde.

Ben çalışırken TV deki program aslında beni fazla enterese etmiyor. Etmediği içinde genelde bir kanalda takılıp kalıyorum. Allah ne verdiyse artık yayınlanıp duruyor. Arada yayınlanan tüm reklamlar da öyle. Gündüz çalıştığımdan zaten izlemiyorum. Akşamları yayınlanan dizilerde sabaha kadar dön baba dönelim modunda yayınlanıyor. Bu sayede ne kadar saçma salak dizi var ise izlemiş pardon dinlemiş oluyorum. Dizi analizi yap deseniz yeridir. Güzel bir yayın yok mu derseniz özellikle açmıyorum. Çünkü onu izlerken elimdeki işi yavaşlatmış olurum. Bu yüzden sabun köpüğü dizileri açıyorum. Bu cumartesi sabahtan başladım çalışmaya. TRT1 i açtım  Ahmet Murat Özel in sunduğu “Yeni Zamanlar” programı vardı. Değişen konuklarla hayatın içinden sanat ve edebiyatın izlerini sürüyorlar. İşte bu yazı onunla ilgili.

70’li yıllarda Teksas, Tommiks adıyla başlayan kültürün sekteli aralıklarla varlığını korumasının ardından şimdi Kadıköy’deki  (artık sektesiz bir şekilde)  2002 yılından itibaren Büyülü Dükkan’da yoluna devam ediyor olması güzel bir haberdi benim için.

Benim hayatımda önemli bir mihenk taşı olan çizgi roman konusu ile ilgili bu bölüm televizyonun sesini bir parça daha açmama sebep oldu.

5-6 yaşlarımda henüz daha okula bile gitmeden bana okumayı öğreten bu çizgi romanlar olmuştu. Mahallemizdeki tüm çocuklar, gençler kızlı-erkekli bu kitapları okur elden ele devşirir dururdu. Gruplar arasındaki getir götür işleri de biz bıdaklara verilirdi. Biz bıdıklar her yere çok rahat girip çıkabilirdik. Haliyle ben kızlar grubunun bıdığıydım. Erkekler grubu ile iletişimi ben yürütüyordum. Kitap değişimleri arasında nice aşk notları götürdüğümü bilmeden kuryelik görevimi zevkle yapıyordum. Yol boyunca kah bir merdivene oturarak, kah duvar dibine çökerek kitaptaki resimleri ilk önce ben görüyordum.  Yazılar mı? Resimleri takip ettiğinizde zaten yazıya gerek kalmıyordu ki. Ama zamanla o baloncukların içindeki kısa yazıları merak eder oldum. Ablalarımdan yeterli sabrı göremeyince annemin eteğine yapıştım. Burada ne yazıyor anne diye diye ben okumayı söktüm. Annem bir gün eline bir gazete aldı ve oku bakalım burada ne yazıyor deyince ben başlıkları okudum. O günü hiç unutamam. Artık ben de bir okurdum. Yazarlık işi daha sonra oldu. Uzun yıllar sıkı bir çizgi roman okuyucusu oldum. Sonra yavaş yavaş çizgi romanlar piyasadan çekildi. Ancak sarraflarda, nostaljik seriler olarak bulunabiliyorlardı. Zaman zaman tekrar raflara çıksalar bile yeni neslin fazla rağbet göstermemesi bu çıkışları sekteye uğrattı, yarım bıraktırdı. Şimdi ise bir süredir daha geniş yelpazede ancak içinde klasiklerinde mutlaka olduğu bir kitap evi var karşımızda. Yeni neslin çizgi romanları keşfetmesi ve devamının gelecek olmasına inanması ile yoluna devam eden başarılı bir yer BÜYÜLÜ DÜKKAN. İlk fırsatta kapısından içeri girmekte sabırsızlanıyorum. Oğlum bu dükkanı benden önce keşfetmiş. CNBC-e de bir zamanlar yayınlanan HEROES isimli dizinin çizgi roman kitabını arkadaşına hediye etmek için alıp getirmişti eve. Önce ben okuyacağım, sen okuyacaksın kavgası bile yaptık. Kitabı hediye edemedi bizde kaldı. HEROES dizini izleyenler az çok bilir. Olaylar gerçekleşmeden önce çizgilerle olacak olaylar gizli bir kahraman tarafından trans halinde kağıtlara dökülüyor. Filmin kahramanları zaman zaman bu çizgilerin yayınlandığı bu kitabın serilerini takip ederek olacak olaylar hakkında ipucu elde edebiliyorlar. Bu ve bunun gibi diziler, filmler yeni neslin çizgi roman kültürün ile tanışmasına neden oldu.


Teşekkürler BÜYÜLÜ DÜKKAN, selam size Teksas, Tommiks, Zagor, Kızılmaske, Mister No, Yüzbaşı Volkan ve yepyeni dostlar…


15 Ocak 2014 Çarşamba

KİMBİLİR...







Kimbilir, kimbilir hangi iklimlerde tanıştık?
Hangi mevsimlerde sevgiyi bıraktık?

Ağaçların dalları giyinmekte miydi yeni yapraklarını?
Yoksa üstünden atıyor muydu bir bir fazlalıklarını?

Bir yaprağın üstünde hoyratça esen rüzgarla
Uzaklara mı uçmuştu tüm sevgiler?

Akıyor penceremin önünden zaman,
İnsanlar yorgun, insanlar solgun...

Uzaklara giden sevgiyi geri istercesine.
Kuru dalları uzanmakta gökyüzüne ağaçların.

Nasılda uzak ve karanlık yollar...
Kaybolmuş yıldızlar, kurumuş nehirler...

İklimlerden hangisi yaşanır bu yerlerde?
Mevsimlerden hangisindeyiz?



fotoğraflar: http://www.kaliteliresimler.comhttp://fotomekan.org,

8 Ocak 2014 Çarşamba

Galata Kulesi, Beyoğlu’nun En Güzel Abisi ve Ahmet Ümit

Geçenlerde yazıp paylaştığım; “Küçük Bir Firar Olayı” yaşanmışlıklarından yine küçük bir yaşanmışlığı ele almak istiyorum.

O akşam dönüp geldikten sonra yazım için Galata kulesi ve manzara resimleri ile ilgili bilgi araştırmasına girdim nette. Galata kulesi hakkında genel geçer bilgilere sahiptim bu güne kadar. Cenevizliler tarafından yapıldığı, İstanbul’un fethi ile 1453 te Fatih Sultan Mehmet’e anahtarının teslim edildiği, Hezârfen Ahmet Çelebi’nin buradan Üsküdar’a uçtuğu kadardı bütün bildiklerim. Oysa şimdi ünlü şairimiz Ümit Yaşar Oğuzcan'ın 15 yaşında ki oğlu Vedat’ın bir zamanlar buradan atlayarak intihar ettiğini yeni öğreniyorum. Bu araştırma sonucunda o kadar ilginç bilgilere rastladım ki Galata Kulesi’nin geçmiş tarihi çoook derin ve çoook karanlıkmış meğer. Bizans zamanından başlayan sayısız cinayet ve intiharlarla örülü bir geçmişi varmış. Bir çok kez onarım görmüş, çok çeşitli amaçlarla kullanılmış. Hatta bir zamanlar zindan olarak da kullanılmış. Gizemli geçmişi üzerinde araştırma yapılacak kadar derinlere uzanıyor.

Tüm bunları düşünürken tam bu araştırmaya denk bir bilgi çatışması yaşıyorum kafamın içinde.



Kısa bir süre önce TV kanallarının birinde bir söyleşide Ahmet Ümit’i görmüştüm. Yeni kitabı Beyoğlu’nun En GüzelAbisi isimli kitabını tanıtıyordu. Aynı günün akşamı yine bir kanalda ismine dikkat etmediğim bir üniversitede gençlerle yapılmış söyleşisine rast geldim. Elbette bilgisayarım her daim açık olduğundan hemen nete girip baktım. Kimdir? Nedir? Neler yazmıştır? Çünkü bu güne kadar yazdığı herhangi bir kitabını okumamıştım. Kitapçılarda kitaplarını görüyordum. Hatta kitaplarından çok kitaplarının üzerindeki resimleri daha tanıdıktı bana. Ama okumuşluğum yoktu. TV deki bu karşılaşma ile dikkatimi çekti bu sayede de az biraz inceleme yapmış oldum. Gördüm ki polisiye roman türünde yazıyor yazarımız ve özellikle gençler arasında da hatırı sayılır bir okuru var. Son zamanlarda genelde inceleme, araştırma, denemeler, tarihi içerikli kitaplar, kişisel gelişim kitapları tercihlerim arasında. Bu tür yani polisiye roman türüne hemen hemen hiç fırsat vermemiştim. Aslında roman türündeki kitaplara da fazla fırsat verdiğimi söyleyemem. En son Avrupa yakasına geçerken yolda okumak için kızımın kitaplığından alıp çantama attığım, hakkında çok şey duyduğum ve benim de açıkçası uzun süredir epeyce merak ettiğim bir kitap olan Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı dışında başka da yok son zamanlarda okuduğum bir roman.  Bu kitap hakkında gerçekten zevk alarak okuduğumu da itiraf edebilirim.

Aslında meraklı bir yapım olması nedeniyle şimdiye kadar polisiye ağırlıklı romanları da okumuş olmam gerekirken, dikkat edince gördüm ki bu tercihimi yabancı kanallardaki Tv dizileri yönünde kullanmışım. Başta CNBC-e ve birkaç yabancı kanal izlediklerim arasında. Bu kanallarda dizi tercihim genellikle polisiye türü diziler. CSI: NY, Miami, 24, Coldcase, The Closer ilk aklıma gelenler. Hangisine denk gelirsem izlemekten çok keyif aldığım dizilerdir bunlar. Üstelik hem yayın süreleri kısa, hem de reklam süreleri çok çok kısa. Bu da tercihimde ayrı bir artı oluşturuyor.

Resim sergisinden çıkıp İstiklal Caddesinde tek başıma gezerken Mephisto Kitapevi’ne girdim. İçerisi buram buram kitap kokan, kitap dolu bir mekan. Hemen karşıma gelen sol taraftaki ahşap kısa merdivenlerden yukarı çıktığımda önüme gelen ilk kitapları aceleyle inceleyip sağ tarafa doğru meylediyorum. Sağ tarafta dikkat çekici şekilde dizilmiş Ahmet Ümit’in resimleri ve kitapları gözüme çarpıyor. Eh diyorum nihayet kitaplarını inceleme fırsatım olacak. Yazım dilini, anlatımını görebileceğim.  İki adım atıyorum ki, telefonum çalıyor. Malum, kızım arıyor. 

“Anne neredesin biz çıkmak üzereyiz. Gelebilir misin acele?”  Aynen geri dönüp merdivenlere yöneliyorum. Aşağı inerken; 

“Hemen geliyorum. Sakın bulunduğun yerden bir yere ayrılma ben seni bulurum.” diyorum. 

Hızlıca dışarı çıkıyor acele acele yukarı yani Taksim meydan yönüne doğru yürüyorum. Dönüşte aynı yerden geçiyoruz ama zamanımız çok dar olduğundan sadece dışarıdan bakmakla yetiniyoruz. Ucundan kaçırdığım Ahmet Ümit ve kitapları tanışmasını o gece orada bırakmıştım ki Galata Kulesinin bu gizemli tarihini görünce yeniden aklıma düşüverdi Ahmet Ümit. Acaba dedim bu kadar Beyoğlu ile ilgili kitap yazmış bir yazar Galata Kulesi ve onun etrafında dönen sırlarla dolu cinayetler ve intiharlarla ilgili de bir kitap yazmış mıdır? Eğer yazmış ise mutlaka okumak isterim.

Sahi içinizde Ahmet Ümit’in kitaplarını okuyan, takip eden var mı? Var ise bu düşüncelerinizi yazımın altındaki yorumlar kısmına yazarak benimle de paylaşır mısınız?

Böylelikle biz de gizli bir hafiyelik yapabiliriz belki ne dersiniz? Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’nin yazarı Ahmet Ümit’le Mephisto Kitapevinde yarım kalan tanışma faslımı burada başlatır, belki de karşılaşırım bir şekilde.

Bol kitap okumalı günler hepimize… 

6 Ocak 2014 Pazartesi

Reklamın böylesi… Hem kırmızı, hem kokoş, hem absürt.

Belediye otobüsündeyim. Çok kalabalık değil ama oturacak yer olmadığından orta kapının orada ayaktayım. Doğal olarak dışarı bakıyorum ama kafam başka yerlerde. Bir ara trafik durunca bizim otobüste durdu. 1 dakika kadar. İşte tam o anda kırmızı rengin çekim gücüne kapıldım. Koyu kırmızının cazibesi tam karşımda duruyordu. Sonra bu kırmızılığın ait olduğu nesneler dikkatimi çekti.  3 adet hem çok özel, hem de oldukça yüksek arkalıklı tekli deri koltuklar. Hemen karşımdaki dükkanın içinde dükkan kapısının yanında yan yanaydılar. Nasıl da dikkat çekiciydiler. Alt oturma kısımları yuvarlak puf şeklinde, arkaları bir kadının gövdesini andırır şekilde omuz kısımları tıpkı bir elbise askısı tasarlanmış sandalyemsi koltukumsu bir tasarım. Moda evlerinde karşılaşabileceğiniz şıklıkta. Şık ve de kokoş bir üçlü. Mekanın duvarları aynı kırmızı fayanslarla döşenmiş. Kırmızılar çok vurucu olduğundan diğer renkleri ve objeleri net gördüğümü iddia edemem ama koltukların tam karşısında bombeli cam vitrini olan bir tezgahın ucu görünüyordu. Sanki bir sunum tezgahı gibi. İçindekiler görünmüyor  haliyle. Sadece camlarını görüyorum. Küçük bir dükkan burası. En dipte çiçekler var gibi. Bir de bir adam gözüme çarpıyor ayakta gerilerde hareket ediyor. Otobüs hala bekliyor. Hala zaman varken koltuklardan gözümü alıp dükkanı keşfetmeye çalışıyorum aceleyle. Muhtemelen şık bir giyim mağazasıdır diyeceğim ama bu kadar küçük olamaz. Takı falan desem ı-ııh diyorum. Vitrini böyle olmaz. Ön vitrin olur mutlaka. Böyle kapının dibinde 3 çarpıcı koltuk? Bunun üzerine dükkanın dış duvarına bakıyorum aceleyle. Gördüğüme inanamıyor ve bunu mutlaka çekmeliyim diyerek cep telefonumu bulmaya çalışıyorum cebimden. İşte tam bu sırada otobüs hareketleniyor yavaş yavaş.  Hemen ayarlıyorum ve çekiyorum. Tabi yakın çekim yapmaya zaman yok. Olduğu gibi çekiyorum otobüs iyice hareketlenirken. Burası bir kasap dükkanı. Evet, evet bir kasap. O vitrin dediğim yer kasabın camlı vitrin buzdolabıymış. Küçük çünkü mahalle kasaplarının dükkanlarının büyük olması gerekmiyor. Bu da cadde üzerinde  ama yan yana dükkanların arasında kendine yer bulmuş bir kasap dükkanı. Ancak o kadar dükkan arasından öyle bir sıyrılmış ki görmemek, fark etmemek imkansız.

Belki bilinçli bir dekorasyon yapıldı belki de bir normalde moda evinde olması gereken bu koltuklar kelepir fiyata 2. El satıcısından veya elden çıkarmak isteyen bir tanıdıktan alınıp duvarların rengine de uygun olduğundan iş görsün diye konuldu. İlki daha akla yatkın gibi. Ama diğer ihtimallerde mümkün. Sonuç ne olursa olsun reklam ve tanıtım 10 numara olmuş diyorum. Kırmızının albenisi, absürtlük ve karşınızda küçük bir kasap dükkanı. Arabanızla veya otobüsle önünden geçerken bir anlık bile bakmanız dikkatinizi çekmesi için yetiyor. Aslında koltuklara bu kadar takılmayıp dükkana odaklansaymışım dışarıdaki bez reklamlarındaki et resimlerini bile görürmüşüm. Ama ben o bez reklamları bile ancak fotoğrafı inceledikten sonra fark ettim. Son anda yakalanmış bir fotoğraf oldu. Çok acele çekildi ama yine de anlatmak istediğimi görmeniz için yetecek gibi. 

Siz ne dersiniz?


4 Ocak 2014 Cumartesi

KÜÇÜK ÇAPLI BİR FİRAR …

Yeni yılın ilk iş günü öğleden sonra iş yerinden firar ettim. Atladım belediye otobüsüne ver elini Kadıköy. Kızımla Kadıköy’de buluşacağız. Sonra o arkadaşları ile buluşacak ve birlikte ama ayrı ayrı Taksim’e gideceğiz. Nasıl yani diyorsanız bu ikimiz arasında bir sır sadece.

Onlarla birlikte Taksim’e gittiğimi sadece kızım biliyor olacak, sonra dönüşte ben annemle buluşacağım diyerek onlardan ayrılacak ve biz ikimiz başbaşa döneceğiz. Planımız bu. Çünkü gençler bu tür etkinliklerde yanlarında anne, baba, gözetmen vs. ile birlikte gezecekleri ortamları asla istemiyorlar haklı olarak. Biz de aynı ortamlarda farklı alanlarda durarak yolculuk edecektik. Kızımla konuşmak yerine ara ara mesajlaşarak durumu kontrol ettik.

Grubun toplanması açısından gelen bir vapuru es geçtik. İkinciyi de es geçtik. Üçüncü de ben biniyorum diye mesaj attım ve bindim. Beşiktaş ta inince “indim” mesajıma, “bindik” yanıtı geldi. Hangi otobüslerin Taksim’den geçtiğini sorup hemen yazdım ve ben biniyorum gelen otobüse dedim. Tamam yanıtı ile ilk gelen otobüse bindim, Taksim meydanda indim. Otobüste Fransız, Japon, Kore, İngiliz turistler sağlı sollu her yerdeler. Saat 7’ye geliyor. Kızıma yazıyorum yine “indim otobüsten” yanıt “biz de bindik”

Önce bir pusulamın karıştığını ifade edeyim. Çünkü 30 yıllık bir aradan sonra akşam vakti ilk defa Taksim’in orta yerindeydim. Dayımlar Gümüşsuyu’nda oturduklarından çocukluğumda sık sık onlara gidip gelirdik. Dayımın oğlu ile aynı yaşta aynı kafada olduğumuzdan birlikte evden firar eder yakın yerleri gezer gelirdik. Arkadaşlarımla Açıkhava konserlerine gelirdik. 30 yıl önce ben burada iyi bir işe girmiş çalışıyordum. Sonra istanbul’dan taşındık. Bir ayağım İstanbul’da olmasına karşılık yolum hiç buraya düşmedi. Tekrar İstanbul’a geri geldiğimde de her şeyden bir koptum tam koptum.

4 yıl önce yani 2010 yılında oğlumun pasaport işi için arabayla gelip işimi halledip aynı hızla dönüş yapmıştım. Bir de aynı yıl Cemal Reşit Rey’de  40. Yılı nedeniyle Moskova Grand Klasik Balesi Devlet Akademik tiyatrosu ve Bolşoy Tiyatrosunun dünyaca ünlü yıldızlarının sahne aldığı bir geceyi izlemek üzere davetli olarak gelmiştim. Gecenin bitiminde yürüyerek Taksim’e çıkıp dolmuşla Anadolu yakasına geçmiştik. Bunların haricinde başka gelmişliğim hele de İstiklal caddesine hiç olmadı.

Meydandaki kestaneciye Fransız konsolosluğunun hangi yönde olduğunu sorduktan sonra artık kimseye ihtiyacım kalmıyor. Kızıma yazdım “ben açılışa gidiyorum. Siz gelene kadar çıkmış olurum, karşılaşmayız." Kızımın atölye öğretmeninin resim sergisi açılışına gidiyoruz bu arada. "Bakan Bakana" isimli sergi Ahmet Sayar'a ait. Kalabalıklar içinde İstanbul'un çeşitli semtleri görülüyor. Farklı teknikler kullanarak yaptığı 3 boyutlu tabloları dışında insan topluluklarını ifade etmiş resimlerinde. Her bir resimde farklı ama tanıdık bir semt olmasına karşılık gölgeler şeklindeki kalabalık insan siluetleri izleyicide üzerinde düşünülmesi gereken bir etki bırakıyor. Sergiyi gezip çıkıyorum sonra ver elini İstiklal Caddesi. Ağır ağır Galatasaray lisesinin oraya kadar yürüyüp dönüyorum. Kızım arıyor “birazdan çıkacağız neredesin? “ Arkadaşlarına benimle buluşacağını söyleyip izin istemiş. Az sonra buluşup anne kız Tünel’e doğru yürümeye karar veriyoruz. Galatasaray Lisesine gelince "burası meşhur Galatasaray Lisesi" diyorum. Cumartesi anneleri her cumartesi burada toplanır. İstiklal'de bulunduğun yeri tarif etmek için burası merkez olarak alınıp konum bildirilir" diyorum. Balıkçılar sokağını geziyoruz. Esnafın biri ile sohbet ediyorum. Nazar boncuklu iğne hediye ediyor ikimize. Siz de tarihi eser olmuşsunuz diyor gülüyoruz. Yürümeye devam ediyoruz.”Bak, diyorum şurada Kazım Taşkent Sanat Galerisi vardı. Mutlaka uğrardım.” Biraz aşağısında Odakule sanat galerisini gösteriyorum. “Eskiden burası da boydan boya sanat galerisiydi. Gezmeden geçmezdim”. Şimdi yerlerini mağazalar doldurmuş ne yazık ki… Devam ediyoruz. Sol tarafta kiliseyi görüyoruz. Bahçesinde ışıklar şıkır şıkır. Giren çıkan çok. Bakıyoruz birbirimize girelim diyoruz. Kilise tabiki kapalı bahçesindeki temsili yeni yıl dekorlarını görüyoruz. Millette bizim gibi meraktan geziyor. Hz. Meryem ve Hz. Zekeriya ve de bebek olarak Hz. İsa. Bir de Zekeriya peygamberin sevimli eşeği. Bir kulübede büyük heykeller halinde tasvir edilmiş. Fazla oyalanmadan çıkıyoruz yine sokağa. Kalabalıklar içinde Tünel’e yaklaşıyoruz ki kızımın kulağına eğilip “sana başka bir yer daha göstermek istiyorum” diyorum. Türk olduğundan emin olduğum birine Galata Kulesine kestirme olarak nereden gidebileceğimi soruyorum. Aslında biliyorum ama emin olmam gerekiyor gece gece kaybolmak istemem hele ki kızımın yanında asla. Sokağa giriyor ve yürüyoruz. Yorgunluktan belim, arnavut kaldırımlı sokaklarlardan ve yokuş aşağı yürümekten zavallı ayaklarım çoktan isyan etmiş durumda.

Buluyoruz sonunda. Yorgun bir halde “bak ve gidelim” diyorum. “Saçmalama anne yukarı çıkıp bakmadan gitmeyeceğiz herhalde” diye bir yanıt alıyorum. Acaba gezebilir miyiz düşüncesi ile içeri giriyoruz ki uzunca bir turist kuyruğuyla karşılaşıyoruz. Bu arada içeri giriş biletle. Kişi başı 6,5. Ceplerimizdeki bozuk paraları birleştirip tamam diyoruz. Ama bankonun önüne gelince gördüğümüz şey 6,5 Euro olduğu gerçeği. Sıra bize geldiği için mecbur soruyoruz “1 kişi ne kadar acaba?” “Türk vatandaşına 6,5 TL. hanımefendi.” Oley biz de buna göre hazırlamıştık paramızı. 30 yıl önce bir iki kez gelip ücretsiz olarak rahat rahat gezmiştim ama gündüz gözüyle elbette. Şimdi ilk kez gece görecektim. Biletimizi alıp asansör sırasına giriyoruz. 7. Kat restoran katı. 2 kat daha yürüyerek çıkılıyor balkon kısmına. Sonra balkonu tam tur dönmek için mücadeleye başlıyorsunuz. Neden mücadele? Gece ve İstanbul.  Üstelik Galata kulesinden. Tek kelime ile muhteşem.
Balkonda önümüzde arkamızda bulunanların hepsi turist. Daracık bir balkon. Ve ben aşağı bakamıyorum yükseklik korkumdan. Başım dönüyor dizlerim titriyor. Duvara yaslana yaslana manzarayı görmeye çalışıyorum.
                         
                                                     
                                     galata kulesinin balkonu resmi
                                

Galata Kulesi'nden enfes İstanbul boğazı, gemiler, tekneler ve 1. köprü, Galata köprüsü, Unkapanı köprüsü, Topkapı sarayı, Ayasofya, Sultan Ahmet Camii, Nuri Osmaniye, Eminönü Camileri, Kandilli rasathanesi, ve daha fazlası aşağıda ve karşınızda ışıl ışıl önünüze serilmiş durumda. Görenler bilir ama görmeyenler için anlatmak yeterli değil mutlaka gidilip görülmesi lazım. Milim milim ilerliyoruz. Herkesin elinde fotoğraf makinaları sürekli çekim yapıyorlar. Yarım saat sonra nihayet tamamlayıp içeri giriyoruz. 2 kata inip dinleniyoruz. Çünkü daha 7 kat var. İniş merdivenlerden. Baştan belirteyim uzun boylular, yaşlılar, bebek arabası olanlar asansör ile iniyorlar. Çünkü merdivenlerin tavanı çok alçak, üstelik dik ve dar. Bizim için eğlenceli bir iniş oldu. her bir nişi inceledik. kilitli kapıları acaba açık mıdır diye kurcaladık. Geçmişi hayal ettik. Ne amaçla yapıldı? Neler yaşandı? Bu kapıların ardındaki yerler nerelere açılıyor? Sorularını sorduk birbirimize. Yanıtlar kimbilir oldu hep...


(manzara, resimler ve bilgiler için http://tr.wikipedia.org/wiki/Galata_Kulesi ne kestirmeden başvurabilirsiniz)

Dışarı çıkıp telefonla fotoğraf çektik. Koskoca fotoğraf makinasını evde unutursan böyle olur işte. Neyse en azından fotoğraf çekelim, şöyle çekelim diye uğraşmamış olduk. Doya doya manzaranın tadını çıkarttık. Artık tekrar yokuş çıkarak Tünel’den tarihi metro ile aşağı inmek yerine yürüyerek 5 dakika da Karaköy e iniverdik kestirmeden. Ayaklarım ve belim felç durumda kendimizi vapura attık. Sonra otobüs ve evimiz. Baba oğul yemeklerini yemişler. Biz de hem atıştırıp hem de neden geç kaldığımızla ilgili maceramızı anlatıyoruz.  

Yeni yıla hızlı bir giriş mi oldu dersiniz?