25 Temmuz 2014 Cuma

EL TUTUK, KALEM KIRIK...

Yalnız olmadığımı biliyorum. Kimbilir hangi başka blog yazarının eli klavyenin tuşlarına gitmiyor yazmak için.

Aslında düşünce yapımız her an yeni bir düşünce üretmek üzerine kurulu. Yolda, evde, işte, alışverişte... Ufacık bir fikirden kocaman bir yazıya başlayıveriyor insan. Yazı önce zihinde yazılmaya başlıyor malum. En azından benimki öyle. Eğer aklım duru değil ise, duygularım net değil ise zihinde yazdıklarım genellikle yarım kalıyor devamı gelmiyor. Hal böyle olunca da zihinde yazılan yazı dışarıya aktarılamıyor.

Bu aralar tam da böyleyim.  Yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum ama sonu yok! Şunu yazıyım, bunu yazmalıyım... Hepsi yarım kalıyor. Tavana bakıyorum boş gözlerle yattığım yerde. Televizyona bakıyorum boş gözlerle yine.

TV de, internette her yerde yayınlar, paylaşımlar tek bir konu üzerine yoğunlaşmış durumda. Gerçi bizim ülkemizde sürekli gündemi meşgul edecek hep önemli olaylar flaş flaş olarak her kanalda sürekli servis edilir. Sosyal paylaşımlarda da aynı yarıştırma vardır. Hiç bir şeyi kaçırmazsınız bu sayede.

-Aaaa! haberim yok, duymadım valla... gibi bahanelere pabuç bırakmak bu yüzden biraz zor. Ancak bu bahanenin geçerli olabilmesi için TV yi hepten izlemeyeceksiniz, internet, face, twitter vs den de uzak kalıp asla açmayacaksınız ki diyeceğim ama cep telefonundan gelen spam mesajlar bile başlı başına yetebiliyor bazen.

Bir ara yoğun tavanarası atölye çalışmasında gerçekten ne TV, ne internet, ne şu ne bu tüm bağlarımızı 1 ay koparmıştık Seher ile birlikte. Sadece yemek arası, bir de uyuma molaları. Çinli işçilere benzemeye başladık diye dalga geçiyorduk. Anlık gelen siparişlerde ertesi güne yetişmesi gereken durumlarda sırayla yarım saat uyuyup kalkıp devam ediyorduk sabaha kadar. O derece yani :))))) O dönemde öyle olması gerekiyordu biz de gayret ettik ve başardık. İnsanlar ancak çaresiz kaldıklarında tüm cesaret ve kararlılıklarını kullanıyor. İmkansızı başarmak böyle birşey. Bunu yapamazsa dibe saplanıp kalıyor. Bu arada herkesin imkansızı değerlendirmesi farklı farklıdır. Birine imkansız gelen bir başkasına imkansız gelmeye de bilir.

Bir yerde okumuştum ama kimin yazısıydı sormayın hatırlamıyorum. Yazar şöyle yazmıştı;
"Savaş zamanı tutsak düşen esirler en, en, en kötü şartlarda bile ancak bir şekilde hayatta kalabilirler. Bir gün mutlaka kurtulacağım inancını asla yitirmediklerinde. Eğer bu inancı zayıf veya yok ise o esir daha iyi şartlarda tutsak olsa bile mutlaka ölür. İnanmak ve asla pes etmemek. Kurtuluşun sihirli anahtarı" aşağı yukarı böyle yazmıştı.

İnsanlar imkansızı başarmak için ancak tamamen çaresiz durumda kaldıklarında harekete geçiyorlar. Yoksa gerisi laf-ı güzaf.

Şimdi herkes, ben de dahil ahlıyoruz, öflüyoruz, beddualar ediyoruz, lanetler savuruyoruz gündemdeki acı olaylara karşı. İçimiz yanıyor, gözlerimizi kaçırıyoruz ekranlardan. Bireysel veya toplu olarak dualar ediyoruz. Ancak elimizden bu geliyor diye düşünüyoruz. Biraz daha ileri gidip boykot kararları alıp uyguluyoruz. Peki ne kadar sürecek dersiniz bu durumlar? Değirmen döndüğü müddetçe dişlilerin arasında öğütülüp yitirilene kadar. Yani yeni bir gündem oluşana kadar. Bu durumda herşey havada kalıyor gibime geliyor. Bu yüzden yapılanları yeterince samimi bulamıyorum ne yazık ki.

-O bitti, hooop şimdi gündem bu! Haydi eller havaya...

Bu aralar biraz duru değilim. Yazdıklarım daha doğrusu yazmaya çalıştıklarım da yarım kalıyor haliyle. Gündemi yazsam olmuyor yazmasam hiç olmaz. Beni kilitlememesi açısından gündem dışı yazılara devam diyorum.

Herkesin bayramını kutluyorum. Bayramdan sonra buluşmak üzere... Sağlık, sevgi, huzur dolu günler hepimiz için...



Bir şekerde benden…

Uzat ellerini, tut yüreğimi
Tüm sevgiler, tüm sevinçler
Güzel günler diliyor bu çarpan yürek

Uzat ellerini güzel yüzlüm,
Avuç dolusu şeker sana
Hiç bitmeyecek… 
(minelse)




10 Temmuz 2014 Perşembe

SON DAKİKA GOLÜ TAKTİĞİ...

İnsana yok artık dedirtiyorlar. Yani hani cinlikte şeytana bile pabuç bırakmayacak hala geldik. Neye baksam, nereye baksam hep hile hurda, karşındakini aptal yerine koyma, kendinden başkasını yok sayma durumları.

Kim kimi, kimleri, nasıl, ne şekilde kazıklarım, aldatırım derdinde. Midem bulanıyor, insanlığın aldığı bu halden. Hani icat micat diyoruz ya. Hani neden hep elin yabancısı  icat edip duruyor diye yakınıyoruz ya biz onlara on defa üstünlükte icatlar yapıyoruz. Çünkü aklımız buna çok iyi basıyor.

Eh böyle yaşam ilkesi gösterişe meraklı, hep en son teknoloji, en son modaya uyma hastalığı olan büyük bir kitle oldukça bu daha çok sürer.

Büyük küçük, genç yaşlı herkesin elinde son model cep telefonu var. Yeni bir model mi çıkmış hemen yenisi alınmalı. Alınmazsa hasta olunur adeta. Ayran-tahtaravalli ikilisi geliyor insanın aklına. :) Bazen böylesi hakediyor diyorum kendimce.

Ama ya böyle olmayanlar, yaşam ilkesi sadelik, doğallık olanlar,  yediğine, içtiğine dikkat eden, kimseye kazık atmayan ama kendisine de atılmasından son derece rahatsız olanlar, hak hukuk gözetmede hassas olanlar...

Böyle düşünmeme, bu yazıyı yazmama akılları sıra cinlik yapıp müşterilerini çarpmaya çalışan marketler neden oldu. İstanbul da yaşadığım için buradan örnek vereceğim. Diğer illerimizde durum nasıldır bilmiyorum bu yüzden sizlerin bulunduğu yerlerdeki marketlerin durumunu siz karşılaştırın artık.


İstanbul'da bir sokakta veya cadde de en az 2 en fazla 7-8 tane market yakın yakın artık. Bilinen kurumsallar hariç bölgesel-yerel olanlarda bir dolu. Bim, Şok, Burda, Çağrı, Hakmar, A101, Uyum, Rammar, Bu, Migros, Huzur vs vs. Yanyana, karşı karşıya, dip dibeler.

Kurumsallaşmış olanlarda genel bir politika var ve bunun dışına çok fazla çıkmıyorlar. Ancak bölge çapında kalmış olanların bazılarının müşteriye yaklaşımları sonunda beni ve pek çok kişiyi isyan ettirdi.

Satış taktiklerinde müşterilere yenilik olarak bilinen bir yöntemi uyguladılar ve zaman zaman uygulamaları tekrar yapıyorlar. Belli bir alışveriş limitinin üstüne çıktığınızda ufak bir hediye kazandınız diyerek alışveriş poşetinize bu ürünü ekliyorlar. Bu bazen belli limiti geçince indirim şeklinde de olabiliyor. Bunu her mağaza yapıyor zaman zaman. Bu bir çeşit reklam ve pazarlama tekniği. Buraya kadar bir sıkıntı yok. Bundan sonraki geliştirilen adım ise;

Alış veriş yapılmış, kasa gelinmiş ürünler tek tek okutulmaya başlanacak veya okutulmuş durumda kasiyer'in size bir ufak hatırlatma tiyosu var;

-Şu görmüş olduğunuz üründe % bilmem kaç indirim var almak ister misiniz?

Bu da bir başka reklam ve pazarlama yöntemi. Müşteri bu indirimli ürünü gözden kaçırmışsa alışveriş sırasında kasada yakalamış oluyor. İhtiyacı varsa da alıyor hemen. Genellikle ufak meblağlı ürünler seçiliyor. indirim cazip gelsin diye.

Fakattt.. Bazı yerel marketler durumu bir tık daha ileri götürme cinliği sergilemekteler. Son taktik şöyle;

Müşteri alışverişini tamamlayıp kasaya geldiğinde kasiyer kız direkt olarak size şöyle bir soru yöneltebiliyor;

-Şu görmüş olduğunuz ürünü almak ister misiniz? (dikkat edin % indirim falan yok direk pazarlama.)

Ve ne alırsanız alın kasaya geldiğinizde mutlaka sorulacaktır bu soru.

Sıradayım önümde 3 kişi var. Kasiyer kız sıradaki yaşlı amcaya;

-2 tl lik .... çikolatalı gofret alır mısınız? diyor. Amca;

-Hayır! diyor, ödeme için para uzattığında soru tekrar geliyor

-... alır mısınız?

-Ya kızım hayır dedim ya, ne laftan anlamazsınız. Her geldiğimde aynı şeyi sorup duruyorsunuz" diye tepki gösterdi yaşlı amca. Arkasındaki bayan;

-Bu ürün rafta ne kadar? diye sordu. Yanıt;

-Aynı 2 tl.

-Eee rafta almadığımız bir ürünü buradan niye alalım ki, dedi kadın.

Ancak kasiyerin zoraki gülümseme ile verdiği yanıt bana göre pek hazindi.

-Ama bize böyle yapmamız söyleniyor. Diğer şubeler ile aramızda bir rekabet var. Hangi şube ve hangi kasiyer daha fazla bu ürünü satarsa 1 çeyrek altın vereceklermiş. Biz de satmaya çalışıyoruz.!!!

Şimdi kasada 5 kuruş, 10 kuruş para üstü fazla almış olsa bunu kendi kasasına alan market, açık çıktığında bunu kasiyerin maaşından kesiyor acımadan. Görevi kasadan geçen ürünlerin hesaplamasını yapıp kasayı kontrol etmek olan kasiyer çalışanını bir de satıcı, pazarlamacı olarak kullanmaya çalışarak aklı sıra kasiyerlere ödül veriyor.

Ne çalışanına saygısı var ne müşterisine. Ben müşteri olarak seni tercih etmişsem, sen de bunu görüp taktir etmek amacıyla bana minik bir jest yapmışsan bu senin yararınadır. Benim sürekli tercihim olursun. Ama ayda bir taktik geliştirir ve beni bu şekilde yorar, aptal yerine koymaya kalkarsan kaybeden sen olursun ey market sahibi veya yönetici.

Tabi bana sıra geldi, aynı sorular soruldu ve benim tepkim;


-O yöneticilerinize söyleyin bu tür uygulamalara devam ettiği müddetçe sizlerden alış veriş yapmayacağım. Çünkü bıktık, çünkü raftan almadığımız bir şeyi ısrarla kasada bize kakalanmaya çalışılmasını istemiyoruz. Aynen bunları söyleyin, yok söyleyemiyorsanız, sorumlu yöneticiniz kimse gelsin yüzüne söyleyeyim hemen, dedim. Muhtemelen mağaza sorumlusu, şef falan oralardaydı. Yüksek sesle yapılan bu itirazları duydu.

-Oh be... dedim çıkınca marketten.


Şimdilerde kurumsal olanları tercih ediyorum. Alacağımı alıyor, kasaya geliyor, ödüyor ve çıkıyorum. Ödül, jest falan istemiyorum -gidişatı böyle olacaksa- aynı zamanda zorla kakalanan bir ürün yüzünden de rahatsız edilmiyorum. Benim tercihim, benim seçimimle almışım alacağımı gerisi sizin olsun diyorum.

Bu yazdıklarım sadece bir küçük bölümüydü cinlikte gelinen noktanın. Biz tüketicileri, kullanıcıları aptal yerine koyan nice nice firmalar, kurumlar var. Sizler de kimbilir nerelerde neler yaşıyorsunuzdur "yok artık"  dedirten cinsten.


Ülkem insanları icatlardan icat beğendiriyor bizlere vesselam...


Sağlıcakla kalın, hep güzellikte kalın...

3 Temmuz 2014 Perşembe

SERPİL... II. BÖLÜM

Bu yazımda Serpil’in hikayesini kaleme aldım. Onun gerçek adı bende saklı her zamanki gibi. Bize anlattıklarından yola çıkarak hayatının tam ortasından bir canlandırma yaptım ilk yazımda. Öncesi ve sonrasına açılan koridorun tam ortasında hayal ettim onu.

Serpil’i tanıdığımda o iri dalga siyah saçları hala iri dalgalıydı ama rengi beyazların çoğunlukta olduğu bir siyahlıktı bu. Gözlerinin bakışı belki aynıydı ama yüzündeki çizgiler epey belirginleşmişti. Oldukça güzel bir kadın olmasına rağmen yine de makyajla bazı derin çizgileri gizlemek istemiş gibiydi.

Hayat felsefesini şu sözlerle özetlemişti;

-Her sabah uyandığımda mutlaka şükrediyorum Allah’a bu gün de gözlerimi açabildim, sağlıklıyım diye. Her akşam yastığa başımı koyduğumda da mutlaka şükrediyorum; bu günü de hayırlısı ile tamamladım, sağlıklı ve ayaktayım diye. İçtenlikle şükretmediğim bir gece ve bir sabah yok benim, demişti.

Onunla karşılaşmamıza tamamen bir kader diyorum ben. Çıkmaz ve açmazların etrafımızı sardığı bir yağmurlu günde ayaklarımız bizi ona götürmüştü. Hiç tanımadığımız biriydi. Elimizde koca bir bavul, bir şemsiye, küçük bir kız ve iki kadın… Hiç bilmediğimiz bir yerde hiç bilmediğimiz bir girişimin adımlarını atıyorduk. Ürkek ve şaşkın bir halde. Üstelik kırgın, kızgın ve umutsuzduk. Cebimizdeki ucu ucuna denkleştirdiğimiz! Sermaye yaptığımız kısıtlı paramızla caddeler arşınlıyorduk yağmura karşı. Gözümüze kestirip girdiğimiz toptancı dükkânlarını, ürünlerini bir bir tartıyorduk. Caddeden yukarı çıkarken bir iş merkezinin 2. Katındaki bir vitrin dikkatimizi çekti. Buraya mutlaka bakalım dedik. Kısa bir araştırmadan sonra 2. Kattaki koridorun en sonundaki bu dükkânı bulduk. Bavulu ve şemsiyeyi kapının yanına bırakıp ürünleri inceledik. 2 üründe karar kıldık. Zaten paramız da ancak onlara yetiyordu. Dükkân sahibi olduğunu söyleyen kadın - ki  o kadın Serpil idi- oturmamızı bir çay içip dinlenmemizi istedi. Zaten hangi dükkâna girsek yanımızdaki utangaç mahcup minik melek hemen ilgi odağı oluveriyordu. Bizler birer çay, meleğimize bir meyve suyu istedik. Tabi Serpil bize sorular sormaya başladı.

-Dükkânınız mı var? Nereden bizi buldunuz vs vs. klasik sorular. Genellikle her toptancının sorduğu sorulardı. Biz de gayet özet bir şekilde nasıl ve neden bu işe kalkıştığımızı anlattık. Biz anlatırken onun yüzünde garip bir gülümseme oluşuyordu. Umutsuz, kırgın ve kızgın olduğumuzu ifade ettiğimizde ise ciddileşti.

-Sakın! Dedi. Bunu yapmayın. Henüz çok başındasınız, zamanla her şey yerli yerine oturacak. Ama sakın ilk zamanların ateşiyle hareket etmeyin. Kesinlikle sakin olun.

-Bakın ben size benim hikâyemi anlatayım. Anlatayım ki sizin hikâyenizin aslında ne kadar hafif olduğunu görün.”

İşte böyle başladı Serpil’in kendi hikâyesini anlatması. 1 saate yakın sohbet ettik. Yanından ayrılırken dinçleşmiş, durulaşmış en önemlisi yarınlara ümit ile bakar olmuştuk.

Serpil’in hikâyesi gerçekten etkilemişti bizi. Henüz yaşı genç olmasına karşılık 3,5 yıl içinde 30 yıl yaşlanmış görünüyordu. Kendimi 60 yaşında gibi hissediyorum demesi bundandı. Son 3,5 yıl içinde yaşadıkları bütün bir ömre bedel şeylerdi. Bir kadın, bir anne ve bir girişimci olarak tek başına yaşamıştı tüm bunları. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine kendi ayaklarıyla gidip “bana acil bir doktor bulun!” diyen bir kadındı o.

Bundan sonrasını yer yer onun anlatımıyla aktarmaya çalışacağım…

Çok erken başladığı iş yaşamını başarıyla sürdürmüş. Hem okumuş hem çalışmış. Okurken eşiyle tanışmış ve evlenmişler. Eşinin yurtdışında yaşayan ailesi hiçbir zaman istememiş onu. Oğullarını daha yüksek seviyeden bir aileye layık gördüklerini belirtmişler her fırsatta. Üzülmüş ama eşinin;

-onları boş ver ben seni seviyorum” sözleri ile avunmuş.

-Hiç saygısızlık yapmadım onlara, diye söz ediyor eşinin ailesinden. Hep uyumlu olmaya çalıştım.

Üniversite eğitiminden sonra kendi atölyelerini açmaya karar vermişler. Önce küçük bir atölye ile yola çıkılmış. Fason üretim yapmışlar sonra kendi toptan mağazalarını açmışlar. Bu arada minik oğlunu da bir yandan büyütmeye başlamış Serpil. İşlerin tasarım, üretim ve pazarlama kısmı Serpil’de muhasebe, finans, personel kısmı eşinde imiş. Serpil’in başarılı çalışmaları sayesinde işleri epey büyütmüşler. Kısa zamanda evlerini arabalarını almışlar. Yılları bu koşuşturmaca ile geçmiş. Artık yerime birilerini yetiştirmenin zamanı geldi diyerek işe 2 stilist ve modelist almış. Oğlu 11 yaşına geldiğinde minik kızına hamile kaldığını öğrenmiş.

-Atölyedeki yardımcılarım yokluğumda işleri idare edebileceklerdi. Üstelik ekonomik kriz nedeniyle de çok fazla hareketlilik de yoktu, bu süreçte rahat bir hamilelik geçirebilirim” diye düşünmüştüm, diye sürdürdü anlatımını.

-Bir 5 aya bir on yıl sığar mı? Diye sordu, yine kendi yanıtladı. Evet sığmıştı 10 yılda yaptıkları tüm birikimi 5 ayda dibe indirmeyi başarmış eşi. O “ben seni seçtim, seni seviyorum laflarının yerini “ben aslında onu hiç sevmiyorum ama altın yumurtlayan tavuğu kesmek de olmaz değil mi?" ler almış. Yokluğunda yardımcı olarak aldığı genç çalışanlarından biri ile girdiği yakın ilişki bu dibe vuruşun en büyük etkisini oluşturmuş. Serpil bunu öğrendiğinde çocukları için sessiz sedasız boşanalım teklifini yapmış. Ama kabul ettirememiş. Evleri ayıralım ama işleri birlikte yürütelim baskısına peki demiş. Bir süre bu şekilde yürütmüşler. İşlerden uzak olduğu zamanlarda eşinin sürekli ekonomik krizi bahane ederek Serpil’in yüksek limitli banka kartlarını kullanması onları ödeyebilmek içinde kredi kullanmak zorundayız telkinleri karşısında henüz nasıl bir girdapta olduğunun farkında olmayan Serpil için hep “peki, tamam” şeklinde olmuş. Ancak ne bu kartlar gerekli yerlerde kullanılmış, ne de alınan krediler. Hala daha bu paraları nerede nasıl tükettiğini öğrenememiş. Ancak işin tefecilerden borç almaya kadar varmış olduğunu ancak büsbütün gerçeklerle baş başa kaldığında öğrenmiş.

Bir zaman sonra eşi ne olduysa bu kızdan da ayrılmış. Pişman olduğunu söyleyerek geri dönmek istemiş Serpil’e. Ama kabul etmemiş Serpil. Sadece ara sıra çocukları için gelip gitmesine izin vermiş. Bir gün aniden ortadan kaybolmuş. 2 gün, 3 gün derken tüm hafta sonu aramışlar kendisini. Gidebileceği her yere bakmışlar, görüştüğü herkesi aramışlar. Ama hiçbir haber alamamışlar kendisinden. Sonunda polise kayıp ihbarı yapılmış. 2 gün sonra yani pazartesi sabahı -daha önce 2 kez bakılmış olmasına rağmen orada olmadığı bilinen- atölyeyi açmaya gittiğinde eşinin cansız bedeni ile karşılaşmış Serpil. Masada öylece oturur vaziyette. (Burada nasıl öldüğünü yazmayacağım. Serpil’e olan saygımdan.) Ancak asıl şaşırtıcı olan masada 2 adet cep telefonunun olmasıdır. Biri kapalı ve pili dahi çıkartılmış bir halde durmakta diğeri çalışır vaziyette yepyeni bir telefon. Polis bu telefondan son güne ait defalarca bir numaranın arandığını hatta en son 4 saat bu numara ile konuştuğunu tespit etmiş. Bu kişi ayrıldığını söylediği sevgilisidir.

-Son 4 saatini bu kadına dil dökmekle geçirmiş, biz onu her yerde ararken o, o kadına yalvarıp dil döküyormuş. Ne kadar canını acıtıyor insanın bilseniz, demişti.

Birkaç hafta polis inceleme için atölyeyi mühürlemiş, birkaç hafta da Serpil açmamış kendini toparlayabilmek için. Ama toparlayabilmiş mi derseniz; tüm bunları yaşarken bir damla gözyaşı dökmediğinden, dökemediğinden zaman içinde dağılmaya başlamış.

-Erkekler maalesef zayıf oluyorlar hanımlar. Bunu sakın unutmayın, kadınlar depresyonlardan, zor durumlardan, çaresiz durumlardan çıkma konusunda daha yetenekli ve azimli iken erkekler darmadağın oluyor ve pek çoğu yok olup gidiyor bu yüzden. diye açıklamıştı.

Kendini toparlamak adına evine çekildiği zamanda en büyük desteği kendi ailesinden görmüş. Anne ve babası her gün yanında çocuklarla ilgileniyorlar ama Serpil gittikçe içine kapanır hale gelmiş. Nihayetinde işinin başına geçtiği gün karşısında dev gibi yığılan ödemeleri görmüş. Kredi kartları, kredi ödemeleri için aranmaya başlamış. Nedir, ne değildir derken işin içine bir dalmış ki büyük bir deryada boğulmak üzere olduğu ortaya çıkmış. Eşinden miras olarak 5 trilyon evet 5 trilyon kalmış ama bu miras bilinenin aksine Serpil’in ödemesi gereken BORÇ MİRASI! 

-Tek tek banka banka dolaştım. Hangi bankaya ne kadar borcum var öğrenmek için. Hemen yapılandırma yaptım. Öderim diye düşündüm. Ama iş o kadar büyükmüş ki bir ucu tefecilere kadar gitmiş meğer. Alacaklı olduklarım ödeme yapmıyor sürekli kaçıyorlardı. Onları dedektif gibi takip ettim. Kimlerle görüşmedim ki, nerelere gitmedim ki aklınıza gelmez. Toparlayabildiklerimi toparladım ama işlerimi yapamaz hale de geldim. Üretmeyince satamıyorsunuz. Satamayınca da tahsilat olmuyor, ödeme yapılamıyor. Tahsil ettiklerimle yapılandırmalarımı bir süre ödedim. Ama hepten kilit hale gelince tüm ödediklerimi yok saydılar. Yeni baştan yapılandırma yapalım dediler. Önceki ödediklerimi faize saydılar. Düşünebiliyor musunuz? Elimde ne malzemem kaldı, ne de bana malzeme verecek tedarikçilerim. Beş kuruşsuz üstelik hala 5 trilyon borcu olan biriydim. Ne varsa sattım. Arabam hariç. Kafayı yemek üzereydim. Atölyeyi kapatmış tüm elemanları çıkartmıştım. Dükkan bomboştu. Gün için de komşu dükkânlara yardım ediyor, tedarikçilerime malzeme vermeleri için yalvarıyordum. Dükkanı inatla kapatmıyor buradayım hala ayaktayım diyordum kendimce. 6 ay böyle geçti. Boş dükkanda yarı aç, perişan bir halde geceleri masada uyuyarak. Kızım zaten sütten kesilmişti ister istemez. Annem ve babam çocuklarıma sahip çıktı. Eşimin ailesi durumları gayet iyi olmasına karşılık asla yardım etmeyiz dediler. Beni sevmedikleri gibi torunlarını da sevmemişler anlaşılan. Bir başımaydım. İşte böyle bir gün kendimi arabama binmiş Bakırköy’e gider bir halde buldum. Ya bir duvara çarpacaktım ya da Bakırköy’e gidecektim.

-Randevusuz olarak geldim bana acil bir doktor bulun” diye bağırdım hasta kabul bölümüne. Gelen doktora hala daha dua ediyorum. Tüm hikâyemi baştan sona anlattıktan sonra bana;

-Sen hastalığını atlatmak üzeresin, merak etme! Demişti.

-Nasıl yani dediğimde;

-Buraya kendi kendine çözüm bulmak için gelmişsen, sorun olduğunu kabul etmişsin demektir, sorunu görebilen kişi çözüm arayışına girmişse tedavi süreci de başlamış demektir.

Diye özetlemişti. Verdiği sakinleştirici özellikli hafif ilaçlardı. Ama bu bile bana bir çıkış yolu açmıştı. Ara ara terapiler yaptık. Eskisinden daha fazla inat yapmıştım çıkış yolu için. Reddi miras diye bir şey varmış ve hain avukat bana bundan bahsetmemişti. Bu yüzden sadece benim üzerime olan borçlar değil direkt olarak eşimin üzerine de olan borçları yüklenmiş oldum. 7. Aydan itibaren ufak ufak iş yapar oldum. Bu bana sanki bir can gibi gelmişti. Atölyede sabahlara kadar tek başıma çalıştım. Her gün bir gün daha diyerek asıldım hayata. Öyle uzun ki yaşadıklarım 3,5 yıl sanki 30 yılın sıkıştırması gibi geçti.  

Böyle anlattı Serpil. Yaşadıklarını kitap olarak yazmasını söylemiş bir dostu o da yazmaya karar vermiş. Ama bakmış ki yazdığı her satırı, her olayı adeta tekrar baştan canlı yaşıyor gibi bırakmış yazmayı. Tüm dengem alt üst olacağına eksik olsun yazmayacağım diyerek yarım bırakmış yazmayı. 3,5 yılın sonunda borcunun yarıdan fazlasını ödemiş.

-Kalanını da havada karada öderim artık, diyordu. Çünkü artık üretebiliyorum, satabiliyorum.

Atölyeyi eski haline kavuşturmuş. Malzeme aldığı tedarikçileri ile tekrar çalışmaya başlamış üstelik uzun vadeli alım yapmaya başlamış. Yabancı müşterilerini geri kazanmış.

-Tüm bunları başardım. Yaşadıklarım sonucunda korku denen o şeyden eser kalmadı. Ama gördüğünüz gibi 30 yıl birden yaşlandım. Bir zamanlar simsiyah olan bu saçlarımı özellikle boyatmıyorum. Beyazlar bana yaşadığım tüm bu çileleri hatırlatan en güzel arkadaş oldular. Asla da boyamayacağım.

En son yüzümüze bakıp; 

-Hanımlar işte benim hikâyem bu. Çektiğim acıları, zorlukları detaylandırmadım bilerek. Şimdi size son bir tavsiyem olacak. Çok zorlanacaksınız, çok çile çekeceksiniz belki ama asla umutsuz olmayın. Asla bir suçlu arama ile zaman kaybetmeyin. Asla bütün gün oturup ne olacak şimdi diye panik yapmayın. Çok daralırsanız atın kendinizi sokağa, insanların arasına karışın. Zorla da olsa gülümseyin birilerine. Kalkın ve bir şeyler yapın. Yapabileceğiniz en iyi şeyi yapmaya çalışın. Gerçi o doktorun bana dediği gibi sizler zaten işin çözümü için ilk adımları atmışsınız. Gerisi de gelecek merak etmeyin. Sadece sabır ve azim.

Bu güne kadar ilk defa karşılaştığımız bu kadınla birbirimize sımsıkı sarılmıştık ayrılırken. 40 yıllık dost gibiydik adeta.

-Ne zaman isterseniz gelin ille bir şey almak için değil her zaman kapım size açık, demişti bizi uğurlarken. Asık bir suratla girdiğimiz bu yerden yüzümüzde gülümsemelerle çıkmıştık. Yağan yağmur artık bize ıstırap değil serinlik veriyordu adeta.

Kendi maceramızı yaşarken yeni dostluklar, yeni hikayeler keşfettik. Girişimciliğimizle ilgili her çıkışımızda yeni yerler, yeni insanlar, yeni hikâyeler biriktirdik. İnanarak, azimle ve sabırla yürünen her yolun aydınlığa erişeceğini biz de yaşayarak görmeye başladık…


Tüm yürekli, savaşçı kadınlara selam gönderiyorum Serpil adına ve kendi adımıza….

                                                                                     http://www.tulaykok.com 
                         


Not: Yazımı yayınlamadan önce Serpil hanımı arayarak kendisinden izin aldım. Çok memnun oldu. Tabi ben de... Onun bize verdiği pozitif enerjiyi ben de başka birilerine verebilirsem çok daha mutlu olacağımı biliyorum. Bu güzel yürekli kadına bir kez de buradan sevgilerimi gönderiyorum. 
                                                                                                  
                                                                                                                    http://depositphotos.com/23772907/stock-illustration-red-rose.html