25 Temmuz 2014 Cuma

EL TUTUK, KALEM KIRIK...

Yalnız olmadığımı biliyorum. Kimbilir hangi başka blog yazarının eli klavyenin tuşlarına gitmiyor yazmak için.

Aslında düşünce yapımız her an yeni bir düşünce üretmek üzerine kurulu. Yolda, evde, işte, alışverişte... Ufacık bir fikirden kocaman bir yazıya başlayıveriyor insan. Yazı önce zihinde yazılmaya başlıyor malum. En azından benimki öyle. Eğer aklım duru değil ise, duygularım net değil ise zihinde yazdıklarım genellikle yarım kalıyor devamı gelmiyor. Hal böyle olunca da zihinde yazılan yazı dışarıya aktarılamıyor.

Bu aralar tam da böyleyim.  Yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum ama sonu yok! Şunu yazıyım, bunu yazmalıyım... Hepsi yarım kalıyor. Tavana bakıyorum boş gözlerle yattığım yerde. Televizyona bakıyorum boş gözlerle yine.

TV de, internette her yerde yayınlar, paylaşımlar tek bir konu üzerine yoğunlaşmış durumda. Gerçi bizim ülkemizde sürekli gündemi meşgul edecek hep önemli olaylar flaş flaş olarak her kanalda sürekli servis edilir. Sosyal paylaşımlarda da aynı yarıştırma vardır. Hiç bir şeyi kaçırmazsınız bu sayede.

-Aaaa! haberim yok, duymadım valla... gibi bahanelere pabuç bırakmak bu yüzden biraz zor. Ancak bu bahanenin geçerli olabilmesi için TV yi hepten izlemeyeceksiniz, internet, face, twitter vs den de uzak kalıp asla açmayacaksınız ki diyeceğim ama cep telefonundan gelen spam mesajlar bile başlı başına yetebiliyor bazen.

Bir ara yoğun tavanarası atölye çalışmasında gerçekten ne TV, ne internet, ne şu ne bu tüm bağlarımızı 1 ay koparmıştık Seher ile birlikte. Sadece yemek arası, bir de uyuma molaları. Çinli işçilere benzemeye başladık diye dalga geçiyorduk. Anlık gelen siparişlerde ertesi güne yetişmesi gereken durumlarda sırayla yarım saat uyuyup kalkıp devam ediyorduk sabaha kadar. O derece yani :))))) O dönemde öyle olması gerekiyordu biz de gayret ettik ve başardık. İnsanlar ancak çaresiz kaldıklarında tüm cesaret ve kararlılıklarını kullanıyor. İmkansızı başarmak böyle birşey. Bunu yapamazsa dibe saplanıp kalıyor. Bu arada herkesin imkansızı değerlendirmesi farklı farklıdır. Birine imkansız gelen bir başkasına imkansız gelmeye de bilir.

Bir yerde okumuştum ama kimin yazısıydı sormayın hatırlamıyorum. Yazar şöyle yazmıştı;
"Savaş zamanı tutsak düşen esirler en, en, en kötü şartlarda bile ancak bir şekilde hayatta kalabilirler. Bir gün mutlaka kurtulacağım inancını asla yitirmediklerinde. Eğer bu inancı zayıf veya yok ise o esir daha iyi şartlarda tutsak olsa bile mutlaka ölür. İnanmak ve asla pes etmemek. Kurtuluşun sihirli anahtarı" aşağı yukarı böyle yazmıştı.

İnsanlar imkansızı başarmak için ancak tamamen çaresiz durumda kaldıklarında harekete geçiyorlar. Yoksa gerisi laf-ı güzaf.

Şimdi herkes, ben de dahil ahlıyoruz, öflüyoruz, beddualar ediyoruz, lanetler savuruyoruz gündemdeki acı olaylara karşı. İçimiz yanıyor, gözlerimizi kaçırıyoruz ekranlardan. Bireysel veya toplu olarak dualar ediyoruz. Ancak elimizden bu geliyor diye düşünüyoruz. Biraz daha ileri gidip boykot kararları alıp uyguluyoruz. Peki ne kadar sürecek dersiniz bu durumlar? Değirmen döndüğü müddetçe dişlilerin arasında öğütülüp yitirilene kadar. Yani yeni bir gündem oluşana kadar. Bu durumda herşey havada kalıyor gibime geliyor. Bu yüzden yapılanları yeterince samimi bulamıyorum ne yazık ki.

-O bitti, hooop şimdi gündem bu! Haydi eller havaya...

Bu aralar biraz duru değilim. Yazdıklarım daha doğrusu yazmaya çalıştıklarım da yarım kalıyor haliyle. Gündemi yazsam olmuyor yazmasam hiç olmaz. Beni kilitlememesi açısından gündem dışı yazılara devam diyorum.

Herkesin bayramını kutluyorum. Bayramdan sonra buluşmak üzere... Sağlık, sevgi, huzur dolu günler hepimiz için...



Bir şekerde benden…

Uzat ellerini, tut yüreğimi
Tüm sevgiler, tüm sevinçler
Güzel günler diliyor bu çarpan yürek

Uzat ellerini güzel yüzlüm,
Avuç dolusu şeker sana
Hiç bitmeyecek… 
(minelse)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder