29 Ağustos 2014 Cuma

ÇOK ÖZEL VE GÜZEL BİR AŞK : PİA

Yaklaşık 2 yıl önce bu eve taşındığımızda apartmanın içinde bir minik kedi vardı. 4 kardeş olarak doğduktan sonra apartmana sığınmışlar. 3'ü ölmüş biri yaşamış. Ama nasıl sevimli, nasıl güzel bakıyor sevmemek imkansızdı. Çocukların ara sıra;

-Anne eve alalım mııı? sorularına hep 

-Hayır olmaz, evde bakamayız" yanıtı verdim. 

Açıkçası benim çocukluğumdan beri kedimiz, köpeğimiz, kuşumuz, balığımız, hatta tavuğumuz bile oldu evimizde. Kendimi bildim bileli kimi evin içinde kimi bahçede, kimi de balkonda olmak üzere evimizde bir hayvan mutlaka vardı. Eee ne var gayet normal diyebilirsiniz belki ama İstanbul'da doğup büyüyen birinin hele de apartman kültürü ile... Çocukluğumda genellikle 2-3 katlı bahçeli evlerde oturduk ama sonra ilkokul 2. sınıftan itibaren apartmanda oturduk hep. Apartman katında hayvan beslemek, bakmak öyle bahçeli evde bakmak kadar kolay değil. Evlendikten sonra da ilk olarak balığımız, sonra 2 kuşumuz, 2 tavşanımız, 2 pekin ördeğimiz ve bir sokak kedimiz oldu farklı zamanlarda ve de  hep kısa süreliğine. O zamanlarda ben de çalışmıyordum yani evde mutlaka biri vardı.Oya şimdi çalışıyorum bazen evde kimse olmayabiliyor.  Açıkçası sorumluğunu almaktan korkuyordum. Bu yüzden bu apartman kedisini sadece sevdik eve almadık.

Zaman içinde büyüdü bu kedicik. Ergenliğe erişir erişmez ilk yavrusunu dünyaya getirdi. Sonra tekrar, tekrar ve de tekrar doğumlar yaptı. Ama her seferinde yavrular mahallenin erkek kedileri (ki onlar muhtemelen de babaları) tarafından teker teker katledildiler. (Kediler dünyasında da malesef erkek egemonyası var) En son 3 tane yavrusu olmuş, 2 si yine katledilmiş bir tane kalmıştı. O da tıpkı annesinin kopyası olan bir yavru.

 Karşı komşum Kadriye hanım  Ramazandan önce benden bir ricada bulundu. 20 günlüğüne memlekete gideceğini, geçen sene kedi ve yavruları yüzünden gidemediğini bu sene gitmek istediğini söyledi. 

-Ben yokken anne kedi ile yavrusunu besler misin? diye sordu.


 
(Anne kedinin sevimli halleri. Adım attıkça kafasını ayağımızın üstüne koyarak "gitme beni sev" diye yol kesmesi. Herkese değil elbette sadece sevdiklerine karşı yapıyor bunu.)

Zaman zaman anne kediye ben de yiyecek veriyordum. Hatta kedisever komşularımız da ara ara veriyorlardı. Ama Kadriye hanım aksatmadan düzenli olarak 3 öğün veriyormuş meğer. Ancak kedisevmez komşularımız bu durumdan çok şikayetçiydiler. Önce apartmanın içinden attılar onu şimdi de bahçeden atmak istiyorlardı. Pireleniyormuşuz!... 

-Merak etme sen için rahat olarak git, elimden geldiğince onları besleyeceğim, dedim. 

Ertesi sabah gitmeden önce kapımı çaldı ve ağzına kadar yiyecekle dolu bir torba verdi. Kedilerin kuru maması, yemek kapları, sütler falan. Yani içimden pes demekle birlikte demek bu kadar sevilebiliyormuş bir sokak kedisi dedim. Üstelik Kadriye hanım bu kedi ile tanışmadan önce kedilerden korkan biri imiş. Şimdi kendi bile inanamıyor bu duruma.

Böylece sabah işe giderken akşam geldikten sonra kedilere yiyeceklerini vermeye başladım. Ancak gördüm ki sırf erkek kediler pusuda değilmiş, anne kedi de kalan tek yavrusuna tıslamaya başlamış. Eee 3,5 aylık oldun artık git kendi bölgeni belirle ve yaşa diyor aklı sıra. Yavru kedicik yiyeceğini zor bela yiyebiliyor. Güvenle yemesi için bir süre yanında bekliyordum. Baktım olacak gibi değil bir pire tasması aldım. En azından Kadriye gelinceye kadar apartmanın içinde veya evin içinde zaman zaman beslerim diye. Sonra gerisi geldi tabi. O bize biz ona aşık olduk. Ancak yine de eve kesin olarak almadan mahallemizdeki veterinere gittim bir sokak kedisini eve almanın ne gibi sakıncaları olduğunu, ne yapılması gerektiği hakkında sorular sordum.. Sağolsun doktor hanım çok yardımcı oldu. Ancak aşıları konusunda fazla bütçe ayıramayacağımı söyleyince elinden gelen tüm kolaylığı göstereceğini belirtti. Böylelikle yavru kedi akşam işten geldikten sonra artık eve alınmış oldu. 

İlk gün o da tedirgindi biz de. Kumunu hemen benimsedi. Yatağında uyuması için yatağının kenarında oturup 10-15 dk. onu okşayarak uyumasını sağlıyordum. Yoksa yatak odamın kapısının önünde ağlıyordu aç kapıyı diye.

Onun eve gelişi tam Ramazana denk geldiğinden ev halkı olarak bir yatıp bir kalkıyoruz. Zavallıcık sabah oldu modunda uyanıp oynamak istiyor. Bense yarı uyur vaziyette sahurdan sonra onu uyutma derdindeydim.  2. haftadan itibaren artık daha fazla direnemedim ve kedicik ayak ucumda yatar oldu. Eğer buna rağmen uyumuyorsa kendini koridorda buluyor biraz yalvarıyor sonra içeri tekrar alıyordum. O zaman kıvrılıp uyuyordu. 


Mutfakta kuralları en baştan koyduk ve taviz vermedik. Yani yemek yerken bizi rahatsız etmiyor, yemeklerimize yaklaşmıyor.

Artık öyle alıştı ki bizimle yaşamaya biz de onsuz evin ne kadar boş olacağını anladık. Sabahları beni uyandırmak için ayağıma dokunuyor, yalıyor. Gelip yüzüme bakıyor uyanmadıysam göz kapağıma dokunup kaçıyor. Bazen de pıtır pıtır odanın içinde bir oraya bir buraya koşup ses yapıyor ki uyanayım diye. Kızımın üzerinde zıplıyor, saçını çekiyor uyansın diye. Oğluma da aynı şekilde. Ama oğlum kedi çok hareketliyse odasına almıyor, sakin olduğunda kapısını açıyordu. Alıştı hemen kurala. Sonra kapı açık olsa da kapının önünde öylece duruyor. İçeriden "gel" daveti bekliyor. 



Kırmızı kumaştan oyun topu yaptım ona. En sevdiği oyuncağı bu. Her yere taşıyoruz onu. Gece yatağa bile onunla geliyor. Tıpkı köpeklerin fırlat-tut oyuncağını yakalayıp sahibine geri getirmesi gibi ben topu atıyorum o ağzına alıp geri bana getiriyor. Acayip bir başka davranışı da bizim dışarı çıkmak için hazırlandığımızı görünce o da dışarı çıkmak istiyorsa gidip taşıma çantasının içine girip kapısını patisi ile kapatıyor. Beni de dışarı çıkar diyor. Bir sokak kedisinden beklenmeyen davranışlar. 

Saçlambaç ve ebelemece oynuyor. Evet gerçekten saklambaç oynuyor. Buldum seni diye üstüne gidince de onunla o an kim oynuyorsa ebeleyerek hızlıca kaçıp tekrar saklanıyor. Oynamak istiyorsa gelip ikide birde patisi ile vurarak oynamak istiyorum diyor. Tıpkı küçük bir çocuk gibi.

İlle benimle yatıyor akşamları. Ben yatağa gitmediğim müddetçe asla gidip yatağa yatmıyor. Nereyi bulursa orada kıvrılıp uyuyor. 


Ve ne kadar derin uyursa uyusun ben ayağa kalktığım anda hooop o da kalkıp benim peşime düşüyor. Sonuç ben daha yatağa yatmadan o yerini almış beni bekliyor. :) 



Akşam eve gittiğimizde kapıdan girer girmez ayaklarımıza kafasını koyuyor. Etrafımızda dört dönüyor, kendince konuşuyor bizimle. Açıkçası eve en erken giden bu güzellikleri yaşıyor. Sonra gelenlere bu kadar fazla iltifat etmiyor minik haylaz. :) 

İyi ki bu sokak kedisini eve almışız. Evimize mutluluk getirdi. Artık 'o bir küçük hanfendü' ;)))

Anne kedi -ki ona herkes kendince bir isim takmış ben minnoş diyorum- meğer tekrar hamileymiş. biz Pia'mızı eve aldıktan hemen sonra bu kez 4 yavru dünyaya getirdi. Yine bahçedeler. Ama erkek kediler ne kadar izin verecek yaşamalarına belli değil. :(

Kedi sever komşularımız eve aldığımız, artık bizim kızımız olan PİA nın kardeşleri gibi ölmediğini bizim evde olduğunu öğrendiklerinde ciddi ciddi ne çok dua ettiler duyunca ben bile şaşırdım. Meğer ne çok seveni varmış kızımızın. Sayesinde bir sürü hayır dua aldık. 

Kedi besleyenlere çok tanıdık geliyordur yazdıklarım. Her anneye yavrusu ayrı güzel görünür. İstisnalar hariç tüm anneler kendi çocuklarının dünyanın en güzel çocuğu olduğunu, en zeki, en akıllı, en becerikli çocuk olduğunu düşünür ve ifade eder. Kuzguna bile yavrusu güzel gelirmiş derler ya aynen öyle. Bizim minik kızımızda aynı şekilde bize dünyanın en güzel, en akıllı kedisi olarak geliyor kusura bakmayın. 

Sevgi her şeyin başı. Asıl sevmeyi bilmeyenden korkmak gerek. Sadece insanı sevmek, hayvanı sevmek de değil, bitkiyi, canlı cansız tüm varlığı sevmek ve saygı göstermek. Seven bir kalp sevdiğine bilerek ve isteyerek asla zarar vermez. Büyüklerimizin şu sözü ne kadar güzel ifade etmiş "Sevmeyende, sevilmeyende hayır yoktur!" 

Hoşgeldin hayatımıza PİA... 


10 Ağustos 2014 Pazar

UZAKLARDAN YAKIN BİRİ...

Bir blog sahibi olarak zaman zaman yeni keşiflere çıkıyorum herkes gibi. Genellikle takip ettiğim bir blogda yayınlanan bir yazıya yapılan yorumlardan "hmmm bu da kim böyle" diyerek dikkatimi çeken kişinin peşine takılıyorum. Karşıma çıkan kişi eğer sadece yorumda okuduğum cümlesi ile kalacak biriyse fazla oyalanmadan terk ediyorum sayfasını. Yok gerçekten altı dolu, takip etmeye değecek biri ise hemen abonesi oluyorum. Hatta bir süre bloğunu, paylaştıklarını inceliyorum. Onu tanımaya çalışıyorum kendimce. Fakat bazen öyle kişilere rastlıyorum ki adeta sıkı takipçisi oluyorum. Pek çok kişi benim gibidir mutlaka. Bunda bir abartı yok diyebilirsiniz. Amenna. Bu durum bana yepyeni fikirler veriyor, bakış açımı zenginleştiriyor. Bir de beni az çok takip ediyorsanız bilirsiniz, başarılı, savaşçı, azimli kadınları anlatmak, tanıtmak başka kadınlara örnek olmasını sağlamak amacıyla zaman zaman yazılar yazarım. 

Bunlardan biri bir süredir takipte olduğum yolunneresindeyim.blogspot.com.tr sahibi Sergül Kato. 



Blogunu 2008 de oluşturmuş anladığım kadarıyla. 7 yıldır Japonya'da yaşayan bir Türk kızı. Japon balığım dediği Yoshi ile evli.


Türkiye'de anaokulu öğretmenliği yapmış. Japonya ya gidince tercümanlık, Türkçe öğretmenliği gibi farklı dönemsel işler yapmış. Türkiye de yayınlanan İstanbul&İstanbul dergisi, Ankara Life dergisi gibi dergiler de röportajları yayınlanmış. Bloğunda tüm macerasını ara ara anlatmış. Ama asıl beni etkileyen çektiği videolar. Hani bloglarımıza hepimiz öyle yada böyle yazılar yazıyoruz. Kimi moda, kimi makyaj, kimi teknoloji, kimi günlük, kimi şu kimi bu hakkında. Her telden yazan veya niş konularda yazanlarız. Ama yazdıklarımızla yaşadıklarımız ne kadar örtüşüyor pek net bilemiyoruz. İşte Sergül Kato yazdıklarıyla yaşadıkları tam örtüşen bir blog sahibi. Hatta bazen iki satır yazıp anlatmak istediklerini eklediği video ile aktaran biri. Japonya'da günlük hayat, tecrübeleri, denemeleri, tanıtımları eşi Yoshi ile birlikte çektikleri videolarla paylaşıyorlar. Doğal, içten ve samimi video çekimlerini izlerken siz de Sergül'ün kahkahalarına katılıyorsunuz ister istemez. Yoshi'nin yarım Türkçesi ile sohbete katılması da ayrı güzel. İlk kez aldıkları bir şekeri aynı anda ağızlarına atarak  veya mentollü göz damlasını damlatarak tepkilerini, edindikleri izlenimleri, düşüncelerini videolarında görüyorsunuz. Bunlar gayet normal, böyle çok paylaşım var diyebilirsiniz. Tamam onda da haklısınız. Ama ben bu kıza niye bu kadar takıldım kaldım biliyor musunuz? Bir kere tamamen doğal biri. Çok genç olmasına rağmen cesurca bir işe kalkışmış. Bu nasıl bir kendine güvendir ki abartısız, yapmacıksız olduğu gibi çekmiş ve yayınlamış. Ay şimdi beni böyle görmesinler, biraz makyaj yapayım, üstüme şık birşey giyeyim, ay yine dudağımda uçuk var şimdi kendimi çekmeyeyim, evim dağınık göstermeyeyim dememiş. Ben buyum demiş kısacası. Attığı kahkaları, eşine takılmaları, anne ile birlikte gelen soruları samimi olarak yanıtlamaları hepsi çok doğal bir halde. Bu durum 2012 de ona bir ödül de getirmiş. Bumerang En Çalışkan Blog kategorisinde 1. olmuş. 

Bloğunda yazdıklarıyla, paylaştığı videolarla Japonya da günlük hayat, yaşam felsefesi, japonlar hakkında pek çok şeyi bu sayede birinci elden öğrenmiş oluyorsunuz. Çoğunluk takipçileri gençler. Japon anime sevdalıları. Japonya da yaşamaya özenenler yakından takip ediyor ve sık sık sorular soruyorlar kendisine. Sergül Kato onlara verdiği yanıtlarda da tamamen samimi ve dürüst davranıyor. Hatta bir yazısında Sergül ve Japonya başlığı altında bir iç dökme yazısı yazarak Japonya ya duyduğu aşk ve nefreti dile getirmiş. 


"Sergül abla ben de senin gibi Japonla evlenip,Japonya'ya gelip kırtasiye alışverişi yapmak istiyorum" 

gibi mail atanlara verdiği yanıt bir tokat gibi adeta. Açıkçası bu yazısında tam bir iç dökme yaparak adeta Japonya'nın, Japonların arka sokağını göstermiş okurlarına. Yalansız, abartısız bir iç dökme.  

Bloğunda sadece Japonya ya dair değil yazdıkları anlattıkları. Türkiye'de yaşayan ailesini de anlatmış zaman zaman. Annesini, anneannesini, ablasını, görüşmediği babalarını, çok özel biri olduğunu söylediği kardeşini de anlatmış. Engelli demiyorum onun için farklı özel biri olan kardeşini anlattığı yazısının sonunda şöyle demiş Sergül; 

"Bunları neden mi anlattım.Belki sizin de yanınızda,yörenizde belki de ailenizde böyle bir melek vardır.
Onlara acımayın diye!
Onlar sevgiyi ve sahiciliği çok güzel anlıyorlar.
Sahte yakınlıklar,sahte gülümsemeler ve sahte sevecenlikler onlara sökmüyor.
Bir daha 'engelli' bir birey ile karşılaştığınızda kendi 'engelinizi' bir kenara bırakıp gerçek duygularınızla yaklaşın ona.Bakın size nasıl karşılık verecek!
Bizim kardeşimizle ilişkimiz her şeyin ötesinde ve üzerindedir.
Onun ablası olmaktan gurur duyuyorum.Onun sayesinde farklı bir birey oldum ben!
O okuyamasa da burayı ben çok teşekkür ediyorum ona bir kere daha!Dünyaya gelmek için bizi seçtiği için!"


Van depreminde ölen Japon doktor için Japon medyasında neler yazıldı diye merak eden Cengiz Semercioğlu NTV radyo'dan canlı olarak Sergül ile bağlantı kurarak ona sormuş verilen tepkiyi bunu da Japonya Farkı başlıklı yazısında anlatmış. Bunun gibi bir başka örnekler var. Tüm bu tecrübelerini bir bir yazmış paylaşmış Sergül. 

Kimi bloglar vardır geriye dönük yazılarının başlıklarına göre ilginizi çeken varsa girip okursunuz. Sergül'ün Yolunneresindeyim bloğunda paylaştığı 2008-2014 yılı arasındaki tüm yazılarını hiç sıkılmadan her daim taze olarak okuyabilirsiniz. Ben kendisini çok sevdim. Eşi Yoshi'yi, annesini, anneannesini çok sevdim. Hiç bir zaman gitmeyeceğim, gitmeyi de düşünmediğim Japonya'yı sayesinde tanımış, gitmiş kadar oldum. 





Böyle zamanlarda iyiki internet var diyorum. Sergül bana göre uzaklardan yakın biri. 

Eee sizlerinde böyle keşifleri varsa paylaşın biz de öğrenelim ne dersiniz?

Sevgi ve muhabbetle kalın, hoşça kalın...  


                                                         

ps: Bu yazıyı yayınlamadan önce Sergül'e mail atıp izin istedim her zaman yaptığım üzere. Bana geri dönüşü yine çok içtendi. Bu tatlı yol arkadaşlığında ona "yolun neresinde olursan ol her zaman yolun açık olsun Sergül Kato" diyorum.  
                                                                 


9 Ağustos 2014 Cumartesi

İLK OYUMU KİME Mİ VERDİM?

Geçmişe gidip kirli çıkınımı kurcaladım. Hani eskiden derdik annelerimize "sen kirli çıkısındır vardır kenarda köşede sakladığın birşeyler..." Ben de yazmak için geçmiş çıkınımı kurcaladım bu kez.


İlk oyumu 1987 Genel seçimlerdi yanlış hatırlamıyorsam o zaman kullanmıştım. 21 yaşındaydım. İlk kez oy kullanacaktım. Babam demokrat partili annem karaoğlancı. Ablalarım da aynı şekilde karaoğlan. Seksen öncesini bizzat yaşamıştık herkes gibi. Televizyon evlerimize girdikten sonra siyaset kahve köşelerinden evlere taşınmış, ev hanımları da siyaset hakkında yorum yapar hale gelmişti. 80 öncesi sık sık hükümet değişikliği olurdu. Siyasilerin propaganda konuşmalarını TV'den izler sanki duyuyorlarmış gibi seslenirler, alkışlarlardı annem ve ahiretliği Melahat teyze. Henüz çocuktum onların hallerine bakar gülerdim. Koca kadınlar nasılda coşuyorlar diye. 2 ablam yetişkindi ve hem sağ hem de sol görüşlü arkadaşları vardı. Her ne kadar birbirlerine zıt ve düşman olsalar da ortak arkadaşların olması gayet normaldi. Aynı mahallenin çocukları sonuçta.

Babam öyle bir babaydı ki 3 kızım var, 3 tane daha olsa yine yüksünmem derdi. Bir oğlu olmuş o da doğumda ölmüş. Benim kızlarım erkek gibi, ne yapayım erkek çocuğunu derdi. Kendi her ne kadar demokrat partili olsa da ne anneme ne de ablalarıma siyasi anlamda baskı yapmazdı. Ablalarıma sonra da bana; sadece bir görüşü öğrenmekle kalmayın sakın, diğerlerini de mutlaka öğrenin kendi doğrunuzu kendiniz bulun derdi.

İlk oyumu Değirmendere'de otururken kullanmıştım. Oy kullanmaya annem ve babamla gitmiştik. Yolda babama dönüp sordum nasıl kullanacağım diye. Babam sorumu doğru anlayıp nasıl kullanacağımı anlattı. Annem ise nasıl sorumu kime diye algılayıp hemen yönlendirme yaptı. Babam annemin bu yönlendirmesine kızarak;

-Yahu kadın, kız kime kullanacağım oyumu demedi, nasıl kullanacağım dedi. Kime oy vereceğini bırak da kendi karar versin.

-Aaa, ilk kez kullanacak o, heyecanlanır sonra kime vereceğini bilemez. Kızım sen beyaz güvercine ver tamam mı?

Babam bir la havle çekip bana döndü;

-Kızım sen annene bakma, bu yaşına kadar iyi kötü bir şeyler gözlemlemişsindir. Gönlünden geçene ver olur mu? dedi.

D.dere İ.Ö.Okuluna girip oyumuzu kullandık. Dışarı çıkıp eve giderken annem dayanamadı tabiki.
-Mine kime verdin oyunu? Beyaz güvercine değil mi?

Babam bir ters baktı, bir ters baktı anneme sormayın. Bana;

-Kızım kime oy verdin ise verdin bunu paylaşmak zorunda değilsin. O senin bileceğin birşey. Kadın ben sana soruyor muyum? Bu güne kadar hiç sordum mu? Diğerlerine sordum mu? Yoooo. Öyleyse sen niye soruyorsun kıza?

Annem altta kalır mı?

- Eee ben hiç saklamıyorum ki? Ne var yani o da söylese, yiyecekler mi oyunu?

-Yerler belki... Kızım sen annene bakma, eğer oyumuzu kime verdiğimizi herkesin bilmesi gerekseydi açık olarak herkesin içinde mühürü basar zarfa falan koymazdık. O perdenin arkasında sen tek girdin bu yüzden orada yaptığın senin özelin. Boşver anneni...

Tüm bu didişmelere karşı hep güldüm. Ama kime oy verdiğimi baba nasihatı söylemedim. Eee asıl mesele oy vermek değildi benim için büyümekti. Yani oy kullanma hakkını bana veren devlet, hükümet bana sen artık büyüdün diyordu. Adam yerine koyuyordu. Bu egomu okşuyordu açıkçası. Ama içim rahat mıydı? Yok değildi. Her ne kadar siyasi partilerin görüşlerini, düşüncelerini bilsem de gelecek için hangisinin en doğrusu olduğunun analizini yapabilecek bilgi ve birikimde değildim henüz. Acaba doğru bir seçim mi yapmıştım kararsızdım. Ama bu benim gizli sırrımdı. Bir daha asla o ilk oy kullanma heyecanını yaşamadım. Nasıl kullanacağımı, ne olacağını biliyordum artık. Ancak uzun bir süre oy kullanırken acaba doğru partiye mi oyumu veriyorum endişesi hep oldu. Zaman içinde kişilikle birlikte bilgi, birikim, tecrübe de artıyor. Okuyorsun, izliyorsun, tartışıyorsun, araştırıyorsun, sorguluyorsun derken oyunu kullanırken artık daha bilinçli seçim tercihi yapıyorsun.

Gün geldi oğlum büyüdü ve ilk oyunu kullanma yaşı geldi. Aynı sahneler tekerrür etti. Anne yani ben babası ve oğlum oyumuzu kullanmak için gittik. Yolda sordu tıpkı benim gibi.

-Anne nasıl kullanacağız? Zaten doğuştan meraklı bir çocuk olduğundan gayet normal bu soruyu sorması bana göre.

-Oğlum, sıramız gelince ismimizi söyleyip önlerindeki listeden işaretleyecekler, elimize zarflarla birlikte tercih listesini verecekler sonra panonun arkasına geçip tercih ettiğimizin içine oradaki mühürü basıp katlayacağız. Zarfa koyup dışarı çıkıp oradaki sandığın içine zarfı atacağız. Hepsi bu. Ama sakın ola bastığın mühür kurumadan katlama. Sonra başka bir tercihe bulaşır ve geçersiz olabilir. Zaten sen sırada beklerken ne yapacağını gözlemlersin.

Arkasından hinlikle bir soru daha sordu. Biliyorum beni denemek için soruyordu.

-Peki kime oy vereceğim?

Ay nasıl sırıtıyordu karşımda. Yer miyim ben bu ayakları?

-Bu zamana kadar karar veremediysen ben ne deyim sana. Paşa gönlün kimi seçtiyse artık basarsın olur mu?

Babamız bizim bu konuşmalarımızdan biraz rahatsız ters ters bakıyor yürürken. Ama biliyor inatçı bir karısı var karıştırtmaz.

Oyumuzu kullandık ve çıkıp eve geldik. Babamız sordu kime kullandın oyunu oğlum diye? Oğlum gözüme bakıp;

-Kendime kullandım baba. diye yanıtladı.

-Onu sormuyorum oyunu kime verdin?

-Ne yapacaksın baba, yanlış ise gidip geri mi alacaksın?

Kahkahadan kırıldık tabiki. Oğlum iyice işin suyunu çıkartıp oyunu aslında Üniversite dekanına verdiğini ama isminin olmadığını görüp oraya ekstradan çiziktirdiğini söyledi.

Başka seçim zamanlarında da oyumuzu kullandık. Ama kimse kimseye kime oyunu verdin diye sormadı.
Bir konu arasında amcası tesadüfen kime oy kullandığını sordu oğluma aldığı yanıt karşısında az biraz şaşırdı.

-Amca ben oyumu kendime kullanıyorum. :))) Şaka bir yana bu güne kadar oyumu kime kullandığımı kimseye söylemedim annem de dahil, kusura bakma şimdi de söylemem.

Düşüncelerimizi paylaşabiliriz, düşüncelerimiz üzerinde tartışabiliriz, hatta kavga bile edebiliriz ancak oy kullanma aşamasında tercihimiz bizim özelimizdir. Günahı, sevabı üzerimize vebaldir. Çünkü benim yaşayarak edindiğim tecrübeme göre "tercihlerimiz kaderimizi belirler" ilkesi en büyük sorumluluktur.

 Kızım bu seçimde oyunu kullanamıyor ama gelecek seçimde o da oy kullanabilecek. Daha şimdiden bana sorular soruyor. Ben de ona şimdiden bazı şeyleri merak etmen çok güzel. Bu kısa sürede neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğrenmen için doğru bir yol. Çok oku, iyi dinle, merak edip araştır, sor soruştur. Günü geldiğinde verdiğin oy senin tercihin olsun. Ve tercihinin sorumluluğunu hisset.

Yarın yine seçim var. Cumhurbaşkanımızı seçeceğiz. Unutmayalım tercihimiz kaderimizi belirleyecek her seçimde olduğu gibi. Yapılan her tercihin bir bedeli olduğunu bilmek gerek. Dileğim ödenmesi kaçınılmaz olan bu bedellerin doğru tercihten yana olması yönünde. Sadece yakını değil, uzağı da gören bir göz, yarını değil geleceği de okuyabilen bir akıl ile hepimize hayırlı olsun...


2 Ağustos 2014 Cumartesi

KÜÇÜK MÜ? BÜYÜK MÜ? KARARSIZ KALDIM...

Bayram sonrası Perşembe günü ofiste bir misafirimiz vardı. Ali'nin kızı. Daha önce de gelmişti ofise bir kaç kez. İşlerin yoğunluğundan olsa gerek fazla sohbet edememiştik. Bayram sonrası olduğu için fazla işim yoktu öğleden önce. Bu yüzden Defne sık sık yanıma geldi. Bana bilgisayarda oynadığı oyunları gösterdi. Nasıl oynandığını anlattı. Beraber oynadık bazılarını. Sonra çizdiği bir resmi gösterdi, nasıl olmuş diye. Bir masa üzerinde yiyecekler, annesi, yanında kendi sonra da babası ve en kenarda birkaç katlı ev. Masayı yapmasının nedeni bayramda yemeği bahçede yemişler onun için yapmış. Bıcır bıcır birşey. 1. sınıfa geçmiş. Okuyup yazabiliyor aynı zamanda. Öğle yemeğinden sonra çaylarımızı alıp salona geçtim. Çünkü salonda klima var, en serin yer orası.  Ali'nin masası da orada. Defne babasının yanındaki masaya geçip bana;

-Sizin patronunuz babam mı? diye sordu. Ben de;

-Hayır, baban Emine ablanın patronu benim patronum burada yok dedim.

-O zaman sizin patronunuz ben olayım olur mu? dedi.

-Sen benim patronum değil patroniçem olursun ancak dedim. Şaşırdı ve güldü.

-Patroniçem mi? Patron-içem diye heceledi ve güldü kıs kıs.

Çayım bittiğinde odama geçtim tabi patroniçem de hemen yanıma geldi. Öğle yemeği esnasında kargo ile beklediğim evraklarım da gelmişti. Eh artık çalışmaya başlayabilirdim. Tam kargo poşetini yırtıp evrakları masanın üzerine koymuştum ki Defne'cik;

-Şimdi sen çalışacak mısın yani? Peki ben ne yapacağım? Çalışmasan olmaz mı? diye sordu.

-Sevgili patroniçem siz de çalışabilirsiniz.

-Nasıl yani? ne yapacağım peki? diye merakla sordu.

Önümde müsvedde kağıtlar vardı. resim çizmeye meraklı olduğunu tahmin ettiğimden biraz da benim özellikle çocukların çizdiği resimlere karşı hassasiyetim olduğundan onu resme yönlendirdim.

-Patroniçem, şimdi sizinle bir proje çalışması yapalım ne dersiniz? Örneğin siz bir park projesi çizin ben de onu mimarlara mühendislere göndereyim. Onlarda hemen yapmaya başlasınlar. Nasıl uygun mudur sizce de? diye sordum. Defne'nin gözleri parladı anında.

-Gerçekten gönderir misin? Yaparlar mı? diye aralıksız sormaya başladı. Tekrar tekrar. Ben de;

-Sen bir çiz bakalım, elbette göndeririz, onlar incelerler önce sonra uygun görürlerse yaparlar dedim.
hemen kağıtları, kurşun kalemlerimi aldı.

-Ben bir park çizeceğim ama engelliler için çizilmiş bir park olacak. Ammaaa bu parkta engelli engelsiz tüm çocuklar her şeye binebilecekler. Tamam mı? diye fikrini söyledi, benden onay istedi. Şaşırmadım dersem yalan olur. Elimdekileri bırakıp birden yüzüne şöyle bir baktım.

-Ciddi misin Defne? dedim.

-Evet ciddiyim. Asıl sen bunları gönderecek misin? mimarlar yapacak mı? diye tekrar sordu.

-Sevgili patroniçem siz çizin korkmayın dedim.

Bir kaç dakika içinde resmini çizmişti bile. Üstüne de bir yazı yazmıştı. İşte bitti bile diyerek önüme koyuverdi. Sadece çizgiler. Ortada bildiğimiz bir park yoktu. Sadece salıncağa benzer bir şey vardı. Ve çizgi devam ediyordu.



-Bu nasıl bir park patroniçem dedim.

-Bu park engelli çocuklarında oynayabileceği bir park Bak anlatayım, bu bir salıncak, sesle komut veriliyor. Hızlan dediğinde hızlanıyor, sallan dediğinde sallanıyor. Kaydırak dediğinde sallandığın koltuk yukarı çıkıp kaydırağın en tepesine çıkıyor ve kay dediğinde kayıyor. İstersen oradan havuz derse çocuğu havuza götürüyor.

Elbette şok oldum. Bir an için bu parkı hayalimde canlandırdım. Müthiş bir görüntü. Teknoloji ile mekaniğin birleşmesinden doğan ilginç bir çocuk parkı. Defne bu parkı sadece engelliler için değil engelsizlerin de kullanması için planlamış ve çizmiş. Resmin sağ alt köşesine adını yazıp imzaladı. Peki mesleğim ne olsun diye sordu. Babam gibi mali müşavir yazayım mı diye sordu. Yok dedim, mimar mühendis yazman daha doğru olur ne dersin? Pek bir sevindi. Mühendis mimar yazdı isminin üstüne. Birde tarih attık.
Bir resim daha yapmak istiyorum dedi. Hani şu kafalarında saç olmayan hastalar var ya onlar ve yaşlılar için.
Bir şok daha geçirdim. Kanser hastaları ve yaşlılar için bir proje daha düşünüyormuş.

-Elbette yapabirsiniz patroniçem dedim.

Resmi çizdi bitirdi yine çabucak.

-Onlar için büyük bir ev yapsınlar istiyorum. Kocaman kocaman odaları olsun. Rahat rahat, geniş geniş yatsınlar yataklarında. Hemen iyileşirler o zaman.

Resmin üstüne yine kısacık bir yazı yazdı.



Çizgileri oldukça basit ve sade idi. Ama bu basit çizgilerle çok büyük anlatımlar ve zengin bir dünya bakışı sunuyordu.

-Defne senin tanıdığın bir engelli var mı yakınlarında? Veya saçları dökülmüş hasta veya yatakta yatan yaşlı bir hasta?

-Yok! dedi. Bunları gönderecek misin onlara? diye yineledi sorusunu.

-Elbette göndereceğim. dedim.

Hoplaya zıplaya babasının yanına gitti. Resimlere uzun uzun baktım. Büyük insanların küçük akılları, korkak yürekleri var, küçük insanların ise kocaman yürekleri ve akılları. Üstelik onlar ayrımcılık nedir bilmiyor ve yapmıyorlar. Engelli engelsiz herkesi aynı parkta buluşturup birlikte oynayabilsinler istiyorlar.

Bir de yurdum insanlarına bakıyorum. Nasıl bir ayrıştırma, ötekileştirme girdabındalar farkında değiller. Kabul ettirilmeye çalışılan fikirleri öyle bir benimsiyorlar ki işin ucu nereye varacak fazla düşünmeden en kuvvetli savunucuları olup çıkıyorlar bu dibsiz fikirlerin. İnsana insan olarak yaklaşmadan, sen siyahsın, sen beyazsın muamelesi yapılıyor. Siyahlar beyazlara, beyazlar siyahlara üstelik. Bu durumda kim siyah, kim beyaz birbirine karışmış oluyor. Onlar bunları, bunlar onları derken hangi taraf onlar, hangi taraf bunlar tanımlaması da yetersiz kalıyor.

Bir çocuktan alınan ders karşısında kim küçük, kim büyük kararsız kaldım. Siz ne dersiniz? Boş işlerin boş bakanları, boş konuşanları gereksiz şeylerde ahkam kesip duranlar biraz aklınızı kullanmayı deneseniz diyorum. Belki sizinde çocukluğunuzdan kalma böylesi dürüst ve güzel fikirleriniz hala beyin kıvrımlarınızın bir yerlerinde kıvrılıp kalmıştır. İnsanlara, insanlığa faydalı ve yararlı şeylerin hayata geçmesine belki imkan sağlarsınız. Herkes bir şeylerin arkasına sığınmış afkurup duruyor insanlığın arkasına sığınmaya ne dersiniz?


Teşekkürler Defne patroniçem. Hayallerinin gerçek olması dileklerimle...