2 Aralık 2017 Cumartesi

BİR OKUL, BİR MÜDÜR (ÇAMLICA İLKOKULU)

          Sınavlarıma genellikle farklı okullarda giriyorum. Bu sefer daha önce hiç gitmediğim bir okulda Çamlıca İlkokulu’nda girdim. Sınava girdiğim her okula sınav çıkışı şöyle bir göz atarım. Sınıfları temiz mi? Düzenli mi? Koridor faaliyetleri var mı? Varsa neler? Özenli mi, sıradan basit mi? vs. vs. Bu seferde öyle oldu. 

         Sınava girdiğim sınıf gayet geniş ve düzenliydi. Sıraları oldukça iyiydi hatta sıralar arası ikişer parmak açıklık bile vardı bir öndekine rahatsızlık vermemek adına. Gerçi her ne kadar diğerlerinde de buna dikkat edilse de sıralar eski ve aksak olduğundan her kolunu kıpırdattığında tak tuk ses çıkarıyorlar. Bu da dikkati dağıtıyor ister istemez. Bu sefer hem bu açıdan hem de okulun görevlileri ses konusunda oldukça duyarlıydılar. Şimdi fark ediyorum ki konsantrasyonu kaybetmeden odaklanma imkanı buldum. Sınav bitip koridora çıktığımda tam merdivenlerden inecektim ki yanyana sıralanmış dolaplar dikkatimi çekti. Adımımı atmışken gerisin geriye çıktım, gözlüğümü taktım ve dolapların içlerine baktım. Vaayyy! dedim sesli olarak yüzümde beliren kocaman bir gülümseme ile. 

       Şöyle hızlıca tüm dolapları gezdim ve içim sevinçle doldu. İlk defa bir okulda böyle güzel bir çalışma ile karşılaşmıştım. Öyle güzel, öyle titizlikle, özenle hazırlanmış ki camlı dolaplar beni bir anda alıp geçmişe götürdü. Nereye mi? Okuluma elbette. Tıpkı benim okulumdaki gibiydi yapılmak istenilen. İçerikler farklı olsa da amaç aynıydı aşağı yukarı.

       Benim okulumda da 1953-1962 yılları içinde görev yapan değerli öğretmenimiz Muhittin Fehmi Özgen ve öğrencilerinin çabalarıyla oluşturulan HAVA TAHMİN İSTASYONU”, “KÜÇÜK RASATHANE”, “MİNERAL VE TAŞ KOLEKSİYONU”, “FOSİL KOLEKSİYONU”, “BÖCEK KOLEKSİYON DOLABI”, “HERBARYUM DOLABI” bulunmaktaydı. Bizler laboratuvarlarımızda özel sıvıların içindeki böcek koleksiyonlarını görüp inceleyebilirdik rahatlıkla. Oldukça geniş mineral ve taş koleksiyonunu defalarca inceleme imkanı bulabiliyorduk. Bitki-flora örneklerini Herbaryum dolabında inceleyebilmiştik. Bizler (son mezunları olarak 1977-1982) bunları görüp inceleme imkanı bulabilmiştik. Çünkü bizler Öğretmen okulu öğrencileriydik. Köy okullarında görev yapacaktık. Her açıdan donanımlı olmalıydık. Muhittin Fehmi Özgen hocamıza Allah gani gani rahmet eylesin. Köy enstitüleri böyleydi ancak içine kasıtlı olarak siyaset karıştırılarak tek tek bitirildi. Neyse yine konuda kalayım ben, içimdeki isyanda yine bende kalsın.

       İşte bu gün bu okulda buna benzer adımlar gördüm. O camlı dolaplarda neler yoktu ki. Tarih, coğrafya, sanat, kültür, turizm ilk anda aklıma gelenler. Bazıları yurt içi bazıları yurt dışı gezilerinden, bazıları bizzat sanatçısı tarafından hediye, bazıları çocukların el becerileri ile yaptıkları, bazıları da bizzat emek ve zaman verilip gidilip satın alınan objeler.

       Hemen arkamı dönüp koridordaki görevliye;  

"-Bu dolapları hangi öğretmen oluşturdu?"  diye sordum. 
"-Bu dolapların hepsini müdür bey bizzat oluşturdu.dedi. 
"-Kendisini tebrik ederim, lütfen iletin kendisine.dedim. 
"-Kendiniz söyleyebilirsiniz, içeride buyurun tanışın" dedi. 

       Birlikte öğretmenler odasından içeri girdik. Böyle bir çalışma yapan birini merak etmemek mümkün müydü. Müdür bey ile tanıştık. Kendisini içtenlikle tebrik ettiğimi bildirdim. İlk defa biri beni tanımadan özel tebriğe geldi dedi. Odadaki öğretmen arkadaşlarla gülüştük. Sonra 1,5 saat süren çok güzel bir sohbet etme imkanımız oldu. Sohbet öyle güzeldi ki bazı öğretmen arkadaşlarda bizimle birlikte sohbete dahil olup işleri bitmiş olsa da çıkmadılar kaldılar. Çaylar içildi fikir alışverişleri yapıldı. İnsan aynı pencereden bakan, aynı heyecanları duyan birilerini bulduğunda nasılda ruhu huzur buluyor. Ben onlara hocam dedikçe onlar da bana hocam diye hitap ediyorlar. Benim de öğretmen okullu olduğumu söylediğimden çok çabuk kaynaşma oldu.

       Okul müdürü Birol ÖZDEMİR bey, bundan önceki 5 okulunda da böyle mini koleksiyon müzesi kurduğunu söyledi. Üstelik çok kıt imkanlarla bunu oluşturduğunu, ama maddi olarak oldukça yüksek pahada güzel bir koleksiyona sahip olunduğunu söyledi. Hala eksik gördüğü tamamlamak istediği bölümlerin olduğunu da ekledi. Tüm bunları anlatırken nasıl güzel bir çoşku vardı yüzünde. Zevkle, aşkla yapılan bir eğitimcilik demek böyle birşey.


        Bu çalışmanın öğrencilerde nasıl bir farkındalık oluşturacağından, onların geleceğini nasıl şekillendireceğinden bahsettim ironik bir şekilde aslında bunun bilincinde olan kişilere. Tereciye tere satar gibi. Onlara kitaplarda, sınıflarda öğretilenlerden çok daha fazla bir bilgi ve farkındalık verdiğini dile getirdik karşılıklı. Anaokulu ve ilkokul öğrencilerinin burada gördükleri inceledikleri farkına vardıkları değerler ders kitaplarında anlatılsa bu kadar akılda kalıcı olmaz buna eminim dedim ve çünkü ben buna yakinen şahidim kendi okulumdan diye de ekledim. Öğrencileriniz ve velileriniz çok şanslı sizin gibi bir müdüre sahip oldukları için sayın müdürüm.

       Sonra eğitimin dünü, bugünü ve yarınını konuştuk. Sınıflarda öğrenci performansı ve odaklanma, dikkat motivasyonunda neler yapılabiliri konuştuk. Tam bir öneride bulunmuştum ki müdür beyin beyninde şimşekler çaktı. Hay çok yaşayın tam da sizin önerinizle örtüşen bir teklif aldım bu hafta başı tamamen aklımdan çıkmıştı dedi ve hemen öğretmen arkadaşına not aldırdı. Bir kardeş okul birlikte perküsyon çalışması yapmayı önermiş. Ben de ritim üzerine öneride bulunmuştum. Bunun üzerine olumlamalar yaptık hep birlikte. Bir ritim çalışmasının nasıl işitsel, görsel, dokunsal odaklanma sağlayarak bireysel ve grup çalışması yapılarak çok kısa sürede dikkat eksikliğini ortadan kaldırabileceğini sürekliğinde ise alışkanlık kazandıracağından bahsettim. Üstelik tüm enstrümanları çocuklarla birlikte basit geri dönüşümlerle oluşturabileceklerini söyledim. Ama en çok bunu sabah ilk derse başlamadan yaparlarsa çok daha etkili ve verimli olacağını söyledim.

       Neden sabah ilk ders? Çünkü; şöyle düşünün çocuk sabah kalkıyor ve okula gitmek için bir ritüelden geçiyor. Kalkıyor, yüzünü yıkayıp giyiniyor, kahvaltısını edip çantasını toplayıp, alıp servise biniyor ve okula geliyor. Sonra zil çalıyor ve sınıfa öğretmen geliyor, günaydın diyerek derse başlıyor. Çocuk ya arkadaşı ile kargaşa halinde ya da uykulu halde kendini bırakmış durumda. Öğretmen sınıfı kontrol ve motive etmek için çaba sarf ediyor ancak dikkatler öyle kolay sabitlenemiyor ne yazık ki. İşte burada 8 / 10 dakika sürecek bir ritüel yapılmalı bana göre. Tüm sınıfın odaklanması ve dikkatini vermesi açısından. Bu da bana göre ritim ritüeli.

       Biz Edirne Kız Öğretmen okulunda sabah etüdü için yatakhanelerden çıkıp bahçeye geldiğimizde bizi dersliklerimizin olduğu binaya almazlardı. Sabahın kör ayazında üstelik Edirne’nin sabah ayazında 15 dakika horon teptirirlerdi. Biz Bolu’dan gelenler için tam bir işkenceydi. Kaçan olursa bir 5 dakika daha uzatılır etüdümüzden mahrum olduğumuz gibi ayazdan titrerdik de. Sabah sporu dedikleri bu uygulamayı yapmak bize zül gelse de ilk yıllardan beri yapanlar için eğlenceli bile olduğunu izliyordum. Böylece etüt için gittiğimiz sıcacık sınıflarda uyumadan ders çalışabiliyorduk. Motivasyon daha fazla oluyordu. İşte benim önerim böyle bir şey.

       Güzel bir sınav sonrası oldu benim için. Müdür beyin ve sohbetimize katılan değerli öğretmen arkadaşların nasıl güzel enerjileri vardı konuşma boyunca. Oldukça eğitimli, deneyimli işine sevdalı öğretmenlerle birlikte olmak içime umut verdi. Tekrar teşekkürler Birol hocam ve ekibindeki öğretmen arkadaşlarım. Emeğinize ve çabalarınıza güzel düşüncelerinize sağlık. ÇOĞALMANIZ ve ÇOĞALTMANIZ dilekleriyle...





13 Kasım 2017 Pazartesi

GÜNDEN GERİYE KALAN; MUTLULUK VE HÜZÜN

Pazar günü olmasına rağmen erkenden kalkmak bir amaç uğruna yola çıkmak... Hem çok mutlu hem de çok üzgün, kırgın ve kızgın bir şekilde günü tamamlamak... Önce mutlu anları anlatacağım sonra üzgün, kırgın ve kızgınlığıma geleceğim. 

Geçen yıldan beri ada yazılarını takip ettiğim ve yazılarının sayesinde ada sevdasını biz okuyucularına da aşılayan sevgili AyçE Ayyıldız 2. okur yazar buluşmasını düzenlediğini geçen hafta duyurdu sayfasından. Hemen arkasından Fatma Büyükgüzel mesaj attı haftaya buluşma ayarlıyoruz gelir misin? diye. Her ikisini de not aldım ve ya nasip inşallah dedim. Hayal kurmadım. Heyecan yapmadım. Çünkü yoğun bir hafta yaşayacaktım hafta sonu neler olacağını önceden kestirmem bu sefer biraz zordu. Üstelik Sevgi de grip olmuştu. Tüm olumsuzluklara rağmen çok şükür gecikmeli de olsa sınıf arkadaşlarımla buluşup hasret giderdik cumartesi öğleden sonra. Pazar yani bu gün de o çok istediğim ada buluşmasına gidebildim. 








Hiç tanımadığım bir grup okurla, yazar ve yazılarındaki adayı tanımak üzere buluştuk Heybeliada iskelesinde. Avrupa yakasından bu günkü maraton koşusuna rağmen aktarma yapa yapa gelenler, yaptığı lokumlu kurabiyeler, kekler, böreklerle eli kolu dolu gelenler masaların birleştirilmesi ile oluşturulan sıcacık bir sohbet seline dönüverdi adeta. Ne sabah saatlerinde yağan yağmur, ne gri gökyüzü ne de maratondan dolayı kapanan yollar ve engellenen ulaşım araçları yolumuzdan çeviremedi bir avuç insanı. Ne iyi yaptık bir bilseniz. 
Onca zaman sabır göstermemin mükafatı bu gün bu şekilde adayı gezmek, tarihini ve tarihi önem taşıyan yerlerini AyçE hanım ve Kaan beyin çok özel anlatımlarının rehberliğinde tanımak ve güzel arkadaşlıklar edinmek imiş.  Onlar bizimle adalarının her bir köşesini paylaştılar bizlerde bizdeki birikimleri paylaştık ölçüsüzce. Saat 12 gibi oturduğumuz Denizatı çay bahçesinden kalkarak iskele yolundan yukarılara doğru yürümek üzere hareket ettik. Limanda pek çok köpek yayılmış sereserpe sakin bir şekilde yatıyordu. Ancak bir tane gri kırçıllı kocaman bir köpek sanki bizi bekliyor gibi ayakta duruyor yaklaşmamızı bekliyordu. Yaklaşınca bize katıldı. Adımlarımıza uyup bizimle grubun içinde yürümeye başladı. Biz durdukça o da durdu biz yürüdükçe o da yürüdü. Gayet rahvan bir yürüyüşle aheste aheste adanın içlerine doğru ilerlerken girdiğimiz yeni mahellenin köpekleri havlayarak yanımızda yürüyen köpeği kaçırttırmak, uzaklaştırmak istediler. Hemen hemen hepimiz tedirgin olduk. Havlayan köpekler aramıza daldı ve o kocaman iri köpeği havlayarak hırlayarak taciz etmeye başladılar. Bir yandan yürümeye de devam ediyoruz bu arada. Biz "--Ay! Vay!" desek de, oradan oraya yer değiştirsek de bizim gri kırçıllı köpekte tıs yok. Hiiiiiç umurunda değil diğer köpeklerin havlaması, hırlaması, üzerine üzerine hamle yapmaları. O ne onları duyuyor ne de görüyor. Baktık ki köpek gayet sakin biz de sakinledik. AyçE hanım ve Kaan bey zaten alışkın olduklarından sakinler. Epey bir yolu bu şekilde havlamalar eşliğinde köpeklerle birlikte yol aldık. Ve anladık ki bazen hayat dersi bir köpekten bile alınır almasını bilene...  

Yani, sen hedefin için yola çık, yola çıktığın arkadaşların güvenilir insanlar olsun, sevgi dolu olsun, elalem ne der, nasıl seni yorar, korkutur, yoldan çıkarmaya çalışır sen hepsini boş ver. Israrlı ve kararlı emin adımlarla yolunda ilerle, sonunda yolundan çekilirler, ama biter mi bitmezzzz. Yeni ve yeniden yoluna çıkarlar onlara da aynı şekilde davran. 










İşte bu şekilde Ruhban okuluna kadar geldik. Sonunda köpek dostumuz liman yoluna dönmeye karar verdi bizler de havlama seslerinden kurtulmuş olduk. Kahkahalar eşliğinde yokuşu çıktık, Ruhban okulunu gezdik. Gerek mimarisi, gerek tarihi ve tarihindeki önemli olayları bir bir Nejat beyin ada tarihi kitabından okumalarla ve sözlü anlatılarla bizlere aktardılar sağolsunlar. Manzara bir harika elbette. Ama şehirden tarafa yönümüzü çevirince hemen Kartal ve çevresinin o beton yığını manzarası ile tezat oluşturan ada manzarası bize adeta bir tokat attı. Bizler yani şehirde yaşayanlar o beton yığınlarının içinde insan yığınları ile birlikte trafik çilesi içinde çabalıyor, çalışıyor, yaşıyormuş gibi yaparak tükeniyoruz ne yazıkki... Oysa Heybeliada'nın dinginliği, havası, manzarası, insanlarının sakinliği  (yazın kalabalıklığı elbette farklı) harika bir sonbahar yaşatıyor insana. Tüm bu düşünceler sadece bende değil hepimizde ortak dile getiriliyordu. Okulu ve bahçesini rahat rahat doya doya gezdik dolaştık.     

 İşte ne olduysa burada oldu. Gözlerimin dolması, içimin acı ile burkulması, kırgınlığın ardından gelen kızgınlık ve azıcık kıskançlık...









Sonra oradan ayrıldık ve İsmet İnönü'ün müze olan evine doğru yol aldık. 




Müzeyi daha sonra gezeriz biraz yürüyelim derken plan yeniden değişti yürüyerek adayı adeta karış karış gezme kararı aldık. Önemli yerlerde durup gerekli bilgileri aktardılar yine.  300 rum esirin sözde bir salgınla aniden öldüğü sonradan küçük bir anıt mezarla anılan yere geldik. Oradan süslü mezara ulaştık. Yolun devamında Rum Ortadoks mezarlığı hemen yanıbaşında bitişik Müslüman mezarlığında durup dualarımızı ettik. Aynı ağacın gölgesinde yanyana yatıyorlar iki farklı dinden ayrı topraklardan gelenler. 



Heybeli ada aynı zamanda Bahriye okulu ve Sanatoryumu ile meşhur idi. kisi de kapanmıştı ancak Bahriye okulu bu yıl açıldı ve 300 öğrencisi ile eğitimine başladı. Ama sanatoryum artık verem hastalığı eskisi gibi önem arzetmediğinden kaderine terk edilmiş durumda. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın en tepedeki evi gibi, Elen Ticaret okulu gibi, bir çok bina ve kurum kaderine terk edilmiş durumda ziyarete kapalı çürümeye sürgün edilmiş durumda. 
Heybeliada da diğer bazı adalar gibi sürgün adası imiş Bizans zamanından beri. Kimileri için zorunlu sürgün, kimileri için gönüllü sürgün... Kimi ceza olarak sürülmüş kimileri de inziva için, kaçmak, içine dönmek için, yalnızlığı arzuladığı için, yaralarını sarmak için sürgün olmuş, burada yaşamış ve ölmüş. Sessizliğin sesinde içlerindeki çığlıkları haykırmışlar...






Çamların kokusuna ıslak toprak kokusu, denizin iyot kokusuna turunçların ve envai çeşit çiçek ve ağacın kokusunu katarak doya doya teneffüs ederek yol aldık. 6 kilometrelik yürüyüşten sonra yine limana Denizatı çay bahçesine geri döndük. Masalar yine birleştirildi. Bıraktığımız yiyecekler yeniden masalarda yerlerini aldılar. Bu sefer masaya başka ada sakinleri de katıldı. Adaya nasıl geldiklerini, neler yaşadıklarını anlattılar. Tecrübelerini paylaştılar. Neredeyse hepimiz "--haydin galkın adaya yerleşiyoz gari"  der hale geldik gün sonunda. Saatlerin hiç geçmesin istediğimiz halde geçtiği ve ayrılık zamanı, sadece tokalaşarak, baş selamı ile tanıştığımız bizler, ayrılırken içten sarılmalarla veda ettik birbirimize. Bostancı motoruna bu sefer birbiriyle tanışan, birlikte saatler geçirenler olarak bindik. Nilgün öğretmen ile yine üst kata çıkıp yol boyunca sohbet ettik. Sağ olsun beni bineceğim minibüse kadar yalnız bırakmadı eşlik etti. Eve geldiğimde hala yüzümde o tatlı tebessüm, huzur ve hafiflik vardı. Kızıma sarıldım, eşime sarıldım, kendi evine doğru yola çıkan oğluma telefonla da olsa seni seviyorum, güle güle oğlum dedim. Bu gün çok verimli bir hafta sonu oldu benim için.  Adadan getirdiğim mor salkımları hediye ettim evime...





Şimdi gelelim diğer konuya. Hani şu üzüldüğüm, kırıldığım, kızdığım konuya. Beni en iyi anlayacak olanlar Bolu Kız Öğretmen okulu arkadaşlarım, dostlarım, ablalarım olacaktır bu konuda. Çünkü onlar da bu gün orada olsalardı aynı benim hissettiklerimi hissedeceklerdi bundan eminim. Hele de bu yaz okulumuzun o perişan harap halini bir kez daha gördükten sonra içimin yanmaması imkansızdı. Eşsiz güzellik ve imkanlardaki okulumuzun nasıl bilinçlice yok edildiğini görmek hangimizi ağlatmadı ki... Oysa bu gün gördüğüm Ruhban okulu, sınıfları, bahçesinin durumu sanki yarın izin çıksa herşey hazır durumda. Çimler özenle biçilmiş, çiçekler özenle ekilmiş ve düzenlenmiş. Sınıflar ahşabın küf, nem ve ahşap kokusuna rağmen pırıl pırıl tertemiz kullanıma hazır bir halde. Sanki hafta içi öğrencilerle dolup taşıyorda hafta sonu hepsi evlerine gitmiş gibi. Nasıl bir özen, itina ve titizlik gösterilmiş yıllarca kapalı olmasına rağmen. Bizim okulumuz ise eşsiz yapısı ve imkanları ile kapanmasına rağmen Turizm ve otelcilik okuluna devredildi. Bolu'nun yüz akı iken Bolu'nun düğün salonu, çay bahçesi haline getirilerek adeta tarihten silindi. Daha fazla yazmayayım en iyisi sizler beni anladınız. İçimin acısını, kıskançlığımı ve öfkemi anladınız... 


İşte böyle bir gezi oldu bu gün. Okuduğunuz için çok teşekkürler.  Huzur, sağlık ve muhabbet ile kalın. Kucak dolusu sevgiler...

5 Haziran 2017 Pazartesi

ÇOK ÖNEMLİ İŞLERİM VARDI, ÖZÜR DİLERİM.

Kaç zaman olmuş yazmayalı. Sevgili bloğum öncelikle senden özür diliyorum. Biliyorum seni ihmal ettim. Ama çooook önemli işlerim vardı. Ve sana öyle yalapşap zaman ayırmak, geçiştirme yapmak istemedim. Biliyorsun bir işi ya tam yapacağım ya da hiç yapmayacağım. Huyum böyle elimde değil. Evet, şimdi buradayım ve bu günden itibaren artık yazabileceğim, okuyabileceğim. Ta kiii Eylül ayına kadar. Sonra yine ara verebilirim. Neden mi? Dur hemen kısaca anlatayım.

İşim eskisi gibi bilgisayar başında değil. Emekli oldum. Yaşasın oleyyy, ancak hala çalışmaya devam ediyorum. Tamamen farklı bir alanda. Geçen yıllar içinde zaman zaman çok severek yaptığım bir işi yapıyorum yine. En çok mutlu olduğum bir iş üstelik.

1,5 yıldır -şimdilerde tam 4 yaşında olan- dünyalar tatlısı bir aşkla birlikteyim. Gün boyunca ben de onun sayesinde çocuk oluyorum. Neler yapmıyoruz ki birlikte. İnstagram sayfamız bile var. Burada 👉 "mine_ile_metehan" dan takip edebilirsiniz yaptıklarımızı. Metehan benim için özel ve ayrı. Ama ya diğerleri... Nehir, Kuzey, Çınar, Saşa, Deniz, Eva, Batuhan, artık çok sık göremesek de hep özlediğimiz Tuna.  Hepsi aşağı yukarı aynı yaş grubu. Ve hepsi benim arkadaşım ben de onların arkadaşı.

"O kartonu atma anne biz Minemle bişeyler yaparız ondan. "  "Mineeee! burada bir salyangoz var sevelim mi?" " Minişşş kaydıraktan kayar mısın sen de?"  "Mineciim, biraz gelir misin?" ve neredeyse her akşam "Meneeee! gidemezsin, gitme burda kal!" 




Anlayacağınız  onlarla birlikteyken ben de 4 yaşında bir çocuk oluyorum. Artan zamanlarımda malum biraz evin işleri çokca ders çalışma. Sosyoloji 2. sınıfta bu gün bitti inşallah. Artık 3. sınıf oldum. Sonuçların açıklanmasına çok var ama ben bu dersleri verdim verdim yoksa veremedim tekrar edeceğim. Kiii hiç istemiyorum tekrar etmeyi bu yüzden deliler gibi ders çalıştım.


 Aaa, bu arada geçtiğimiz Ekim ayında 1 aylık bir özel eğitim daha aldım. O da yoğun bir programdı. Her hafta sonu sabahtan akşama kadar Şişli Meslek Yüksek okulundaydım. (Bu eğitim Ş.M.Y. okuluyla ilgili değil sadece dersliklerini kullandık.)  Doğum koçluğu eğitici eğitimi ve lohusa, yenidoğan, emzirme danışmanlığı eğitici eğitimi. Yani şimdi hem Doğum koçu Doula'yım, hem de yenidoğan, lohusa, emzirme danışmanıyım. Aynı zaman da da eğitici eğitmeniyim. Peki yapıyor muyum aktif olarak henüz değil. Malum iş öyle okulda aldığın eğitimle hoydaaa kalk hemen yap!la olmuyor. Hoş bazıları için geçerli değil bu düşünce (sağlık alanının ilgili bölümünden geliyorsa başka elbette, o zaman alt yapı kuvvetli oluyor en azından). Ama beni bağlıyor ve benim başka önceliklerim var. Bu yüzden bunu şimdilik cepte tutuyorum ve fırsat buldukça konu ile ilgili okumalara, okuduklarımı derlemeye, düzenlemeye çalışıyorum. Kimbilir belki farklı bir oluşumla bir sürpriz yaparım ileri bir zamanda.

Gelelim bu güne. Evet finalleri de  alnımızın akıyla atlattığmıza göre sınav çıkışı önceden niyetlendiğim gibi eve gidip göbek atmak yerine Kadıköy'e gitmeye karar verdim. İyi ki de vermişim. Bindiğim minibüs tam Haydarpaşa'ya gelmişti ki arkadan bir kadın "kitap fuarına gideceğiz biz inebilir miyiz burada?" demesiyle dikkat kesildim. Yanlış mı duydum? Fuar üstelik kitap fuarı! Trafik tıkanık olduğundan durağa gelmeden arkadan grup olarak alelacele indiler. Durağa gelince ben de indim ve hemen telefonumdan internete girdim. Aslında az biraz gözüme çarpmıştı bir şekilde Kadıköy Belediyesinin etkinlikleri başladı diye. Ama içeriğini incelememiştim. "Haydarpaşa Garı etkinliği 2017" diye aratınca buldum.


Bir sevindim ki sormayın gitsin. Hemen rotamı Fuar'a çevirdim ve daha yolda nasıl bir kalabalıkla karşılaştığımı tahmin edin. Yıllar  önce trenler henüz çalışırken sadece trene binmek için gittiğim Haydarpaşa Garı'na yaklaştıkça merakım da artmaya başladı. Açık bir alanda, trenlerin arasındaki istasyonların aralarında kurulmuş stantlar... Üfül üfül esiyor bir yandan. Kitap kokusu deniz kokusu ile karışmış. Bir yanda yazarların söyleşileri bir yanda imza stantları, kitap stantları... Üstelik çok güzel indirimlerle çeşit çeşit kitaplar. Her yaşa, her duruma, her kültüre, her bilgiye, her talebe göre kitap var gördüğüm kadarıyla. Daha önceden almayı düşündüğüm kitaplar olduğu gibi orada keşfettiğim kitaplarda oldu. Paramın yettiği kadar aldım kitaplarımı. İyi ki azmış param yoksa durma konusunda kontrolü sağlayamaya bilirdim. 😂😂

Değerli insanlarla sohbet etme fırsatı buldum. Güzel davetler aldım. Yayınevlerinin stantları arasında dolaşırken Oyuncu anne Şermin ÇARKACI'nın kitaplarını buldum ve aldım. Kendini ve yazım dilini çok beğendiğimden 2 kitabını alıverdim hemen. DEDEMİN BAKKALI ve OYUNCU ANNE. "Çocuğuyla nitelikli zaman geçirmek isteyen annelere rehber kitap" olarak lanse etmiş kitabın kapağında. Tam benlik süper bir kitap. Bir solukta okuyup bitirmek için can attığım bir kitap.
Dedemin Bakkalı ise daha eve dönüş yolunda dayanamayarak yol boyunca okuduğum çok eğlenceli ama çok da düşündürücü bir kitap.

Yine internetten keşfettiğim ve incelediğim METROPOL DERVİŞİ Cem ÖZÜAK'ın kitabı. İçeriği, konunun ele alınışı, samimi, içten ve doğal anlatımı ile güzel bir kitap. Bir an önce okumak için can attığım bir kitap da bu kitap.

Bir başka kitap BİLİNÇTEKİ SIÇRAMALAR Nimet Erenler GÜLKÖKÜ. Ezoterizmde Rüyalar ve Boyutlar. Pek almayı planlamadığım bir kitap idi. Biraz sürpriz oldu benim içinde. İnşallah aldığıma memnun olacağım bir kitap olur bu kitap da. Haftaya yazarının imza günü var. Gidebilirsem imzalatacağım kısmetse.

Son olarak, yeni tanıdığım bir yazar IŞIK GÜRER'in iki kitabını aldım. 3. kitabı eğer stantta bitmemiş olsaydı onu da kesin alacağımdan emin olabilirsiniz. İlk kitap BOŞ. 😊 Işık GÜRER ve Erol BATİSLAM'ın birlikte çalıştıkları ve oluşturdukları farklı bir kitap. Bir baş ucu kitabı. Şiir gibi ama değil, mini öykü gibi ama değil, bir fotoğraf karşısında fotoğrafın amigdalası.  Bu kitap çok güzel bir çalışma olmuş. Işık hanım bana önce farklı yazarların kitaplarını önerdi. Şöyle baktım önerdiklerine ve aradığım şeyin bir roman olmadığına karar verdim iç sesime kulak verdiğimde. O zaman serbest bıraktı beni ve izledi sadece. Elimi attığım kitapların farklılığını görünce bu kitabı uzattı bana. "Bir de buna bakın inceleyin isterseniz" dedi. Sonra biraz çekingen, biraz heyecanla kendi kitabı olduğunu belirtti kısık bir sesle. Farklı bir kitap dedi. Şiir veya hikaye kitabı değil diye uyardı. Kitabı elime aldım ve içine sayfalarına baktım. Tam benlik dedim güldüm. Benim sıklıkla kullandığım bir yöntemi buldum kitapta. Bir resme bakarım, bir müzik dinlerim, bir kısa olaya gözüm takılır ve o beni alır götürür bambaşka alemlere. Sonra onu dile getiririm hikaye olarak, şiir olarak... İşte bu yüzden alıyorum bunu dedim tereddütsüz. Ama her bir resmin karşılığındaki yazıyı okumadan önce resme bakıp sonra kendi küçük anlatımımı, amigdalamı yazacağım bir kenarına. Ondan sonra kitaptaki yazıyı okuyacağım. Böylece ben de dahil olabileceğim bu yolculuğa. Nasıl fikir ama? Heyecanlı bir okuma olacak benim için.

İkinci kitap; BENİ BİRAZ SEVEBİLİR MİSİNİZ? Işık GÜRER'in gerçek bir yaşamın gözleminden ele aldığı bir kitap. Aslında MİNE' isimli kitabın devamı niteliğinde. Çünkü MİNE de gerçek bir yaşanmışlığın hikayesi imiş. Nedense romanlardan daha fazla gerçek yaşanmışlığın anlatıldığı kitapları okumayı daha çok tercih ediyorum. Kurgu romanları okurken önceliğim kitabın yazarını irdelemek ve tekniğini, anlatımını, kurgulamasını incelemek oluyor çoğunluk. Romanın konusunu ile ilgili duyumsamalar daha sonra geliyor. Buna karşın gerçek yaşam öykülerinin ele alındığı film veya romanları okurken ön planda yaşanmışlık oluyor. Her bir anı sindire sindire okuyorum veya izliyorum. Ancak kitap veya film bittikten sonra okuduğumu/izlediğimi sindirdikten sonra yazarı ve yazarın tekniğini, yazım dilini incelemeye başlıyorum. Film de de oyuncuları, yeteneklerini, yönetmeni, bakış açısını vs. incelemeye başlıyorum.



Bu gün güzel insanlarla tanıştım, güzel sohbetler ettim. Sonra trenlerden birinin bir vagonuna girip nostalji yapmak istedim. Üstelik biraz yorgun biraz da uykusuzluk bu dinlenme ihtiyacını oluşturdu. Kitapların ve güzel iletişimlerin verdiği heyecan ve çoşku ile çok derin nostalji yapamasam da vagona fotoğraf çekilmek için binen gençlerden rica ederek ben de fotoğraf çekilebildim.

Bu durum aslında benim çok genç yaşlarımdan beri yaptığım bir şey. Yolumun üzerinde ne zaman bir sergi, müze, fuar, tarihi bir mekan çıksa, çok acil işim yoksa mutlaka uğrayıp gezerim. Üstelik yalnız gezmeyi daha çok tercih ederim. Çünkü her ne kadar aynı kafada olsak bile, sadece iki kişi bile olsak yine de ben bu lezzete varamıyorum nedense. Sindire sindire, keyfime göre dilediğim sürece gezip inceleyebiliyorum tek başıma olduğumda. Ne açlığım aklıma geliyor, ne ayaklarımın ağrısı ne de zorunlu bekleme yapmak veya bekletmek durumunda kalmıyorum. Paşa gönlümün götürdüğü yerde paşalar kadar mutlu oluyorum sadece.

Fuar gece 22.00 ye kadar devam etse de benim gitme vaktim çoktan geçmişti. İstemeyerek ayrıldım ve evin yolunu tuttum. Haftaya bir aksilik olmadığı taktirde tekrar gitmeyi düşünüyorum. Aklımın takılı kaldığı bir kaç kitap daha var belki onları da alırım bu sayede.

İşte hepsi bu. Çocuklar, kitaplar ve güzel ruhlu insanlar ve de elbetteki kedilerim, iyi ki varsınız.

Sevgi ve muhabbetle kalın, dostça kalın...