Yeni bir yıla 3 kala bu yazıyı yazmayı çok düşündüm. Bazı bölümleri defalarca zihnimde yazılıp durmuştu ama bunu buraya aktarma konusunda hep takılıp kalmıştım. Şimdi yeni yıla 3 kala yazmaya karar verdim. Bilmiyorum ne kadar anlaşılır olurum yazdıklarımla. Hoş kimse anlamasa da tamamen kendim için yazıyorum bu sefer.
Geçen yıl aralık ayının son günü 31. GÜN / GİDERAYAK İÇİMDE KALMASIN... yazımda 2013 yılını uğurlayıp 2014 yılını karşılamak üzere yazmıştım. 2013 yılını hiç sevmediğimi, 2014 yılını ise geleceksen bunları göze alarak gel diye uyarmıştım.
Ve şimdi... 2014 ü uğurlamaya 3 kala bu yazıyı yazıyorum.
Sevgili 2014,
Gelişin elbette muhteşem olmadı. Ancak uyarılarımı duymuş olacaksın ki daha ilk aylarda bana yepyeni kapılar açtın. Benim kendi elimle isteyerek, tamamen iyi niyetle taktığım ataletlerimden kurtulmanın ilk adımlarını attırdın. 23 yıl önce kapının dışında bıraktığım beni bana yeniden buldurdun. Ve hep söylenen ama yüreğimle inanmadığım için yapmadığım bir şeyi bana giderayak mümkün kıldın. Benim için çok zor bir yıl oldu. Zirveden dibe iniş gibiydi. Ama tıpkı bir anka kuşu gibi küllerimden yeniden doğdum. Nefes aldığım müddetçe Rabbimin beni sevdiğini ve koruduğunu biliyorum. Ben hesabıma düşeni aldım. Bu süreçte çok göz yaşı döktüm. Çok uykusuz gecelerim oldu. Çok öfkelerim. Ve hep şunu söyledim; Affetmeyeceğim!... Asla affetmiyeceğim!...
Affet dediklerinde güldüm. Kolay mı öyle bir çırpıda affetmek dedim. Dilim söylese gönlüm kırık dedim.
Her geçen gün daha bir güçlendim. Benim oğlumun adı Umut, kızımın ki Sevgi. Yıllar evvel sanki bu günleri düşünüp koymuşum gibi. Oğlum, kocaman yürekli, gözümün nuru umut oldu bana. Omuz oldu, sırt oldu yaslanacak. Elimi öyle bir tuttu ki yüreğim yükümle birlikte eridi. Oğlum, Allah'a sonsuz hamdüsenalar olsun seni bana verdiği için. Yolun yolumdur, yolun hep açık olsun. Ve kızım, gözümün yaşını yaşına katan kızım. Verdiği cesaret dolu sözleri ve yardımları sayesinde hep bir adım daha dedim. Bir anne kızdan ziyade dost olduk birbirimize. Kızım, Allah'a sonsuz hamdüsenalarımı senin içinde gönderiyorum her an. Yolun yolumdur, yolun hep açık olsun...
Zorlu günlerimde yanımda olan, kader birliği yaptığım Seher'im. 23 yıllık eltim, kardeşim, herşeyim. Sen bu dünyada tanıdığım kanatsız bir meleksin. Senin gibi bir eltiye sahip olduğum için Allah'ıma binlerce şükürler ediyorum. Yolun hep açık olsun.
Ve bu süreçte gerek maddi, gerekse manevi destek veren sevgili dostlarım, ailem geç kalmadan sizlere de bir kez daha buradan teşekkür etmek istiyorum. Hayat yolumda bana eşlik ettiğiniz ve beni ben olduğum için sevdiğiniz için hepinize çok teşekkür ediyorum. İsimlerinizi tek tek yazmıyorum siz kendinizi biliyorsunuz zaten.
Kelebek etkisinin canlı tanığı olarak hiçbir şeyin anlamsız ve boş olmadığını bir kez daha anladım.
İnsanları karşılıksız ve çıkarsız sevdiğinizde mutlaka karşılığını alıyorsunuz. Ben hep karşılık beklemeden ve çıkarsızca sevdim. Elimden de başka türlüsü gelmezdi zaten.
Tanımadığım insanlara selamlar verdim hep yaptığım gibi ve mutlaka karşılık aldım verdiğim selamlara. Ve yine tanımadığım insanlarla sohbetler yaptım zaman zaman. Çok güzel anlar biriktirdim. Hala güzel insanların olduğunu gördüm.
Dil, din, ırk, cinsiyet, milliyet, yaş, durum ayırmadan çıkarsız arkadaşlıklar kurdum.
Olesya mavi gözlü, dünya güzeli ressam arkadaşım. Aynı dili hiç konuşmadık ama aynı dili konuşanlardan daha iyi anlaştık. Bu deli kadını çok sevdin ben de seni... Yapabileceklerim arasında beni bir adım ileri götürdün cesaretlendirdin. Teşekkür ediyorum sevgili Olesya Lanevskaya.
En karanlık anlarda hep bir ışık sızdı hayatıma. Tüm bunlara rağmen affetmedim. Ve affedebileceğime de inanmadım. Biliyorum bu yazdıklarımı onlar asla okumayacaklar. Asla haberleri olmayacak. Hiç önemi yok. Ben bunları tamamen kendim için yazıyorum. Üstelik kim ne düşünür demeden. Olduğu gibi içimden geldiği gibi.
Yeni yıl ile yeni yaşıma da gireceğim. 5 ocakta. Yarım asıra 1 kala Allah'a şükrederek. Bana kendimle ilgili fırsat sunduğu için. Anlama, kavrama ve kabullenme nasip ettiği için. Yüreğimi tekrar sevgi ile doldurduğu için. Kapı önünde bıraktığım beni bana geri gönderdiği için. Yarın için korkmak yerine cesaretle bu günü yaşamayı seçtirdiği için. Ve çok geç kalmadan, "ölüm sürprizi gelmeden sevgiye gitmeli insan (Hilmi Işıkören)" sözünün sihirli gücünü gösterdiği için.
Ve şimdi diyorum ki; AFFETTİM!
Hiç bilmeyecek olsanız bile sizleri AFFETTİM!... Artık özgürsünüz. Hayatımdan çıktığınız gibi ruhumdan da çıkarttım sizi. AFFETTİM!...
29 Aralık 2014 Pazartesi
27 Aralık 2014 Cumartesi
TÜM MİSKİNLER ADINA...
Alem
bana hayran, ben sana be can! Kamyon sloganı gibi oldu başlık ama bir sebebi
var cancağazım.
Mahallenin
köpekleri ile muhabettimiz pek iyiydi yaz boyunca. Caddemizde boylu boyunca
uzanıp yatıyorlar. Güneş nerede onlar o kaldırımdalar. Uysallar,miskin miskin pinekliyorlar
çoğunluk. Bir hafta sonu Seher’e gitmek için evden çıktık. Aynı cadde
üzerindeyiz aramızda 5 sokak var. Gelirken asma yaprağı al dolma yapalım
dediydi. Caddemizde şahane yaprak satan bir yer var tam önündeki geniş taşlıkta
kirli beyaz tüyleri ile boylu boyunca uzanmış cinsini tam bilmediğim ama kangal
köpeği boyutunda kulağı markalanmış bir can yatıyor. Yaklaşınca gözlerini açtı
gözlerime baktı.
-Kuzuuuu,
rahatmısın orada? Dedim sadece. Hemen anında Orhan Veli’yi andım.
“Uzanıp
yatıvermişsin sere serpe, olmaz ki böyle de yatılmaz ki…”
Her
ana, her duruma uyan bir şiiri var benim dilimde Orhan Veli’nin.
Neyse
efendim bizim derya kuzusu iyice bir baktı gözlerimin içine ve ayağa kalktı.
Maşallah belimi aşıyor boyu. Dükkandan içeri girdik, yaprağı aldık ve çıktık.
Öylece bekliyor kapının dışında ayakta.
-Biz
gidiyoruz sen zahmet etme, uzan tekrar. Dedim. Dedim de iki adımda başını
karnıma dayadı. Başını sevdim, konuştum. Sen misin bunu yapan. Peşimizi
bırakmıyor. Biz gidiyoruz, o da geliyor. Bir o kaldırım, bir bu kaldırım geçip
duruyoruz Sevgi ile. O hep peşimizde.
-Dön
geri canısı, diyorum. Ama ı ıhh.
Kızım;
-Anne
ben senin muhabbetine başlıyacağım şimdi diyerek kolumu sıkıyor. Hızlı
adımlarla kırtasiyeciye giriyoruz. Bizim derya kuzusu tam kırtasiyecinin
kapısının önüne boylu boyunca uzanıyor. Ne gireni çıkartıyor ne de çıkmak
isteyeni bırakıyor. Gözleri hala gözlerimin içinde. Ben gülmekten ölüyorum.
Kızım hem gülüyor hem kızıyor bana, kaldık burada diye.
Bir
ara başını çeviriyor, fırsat diyerek gerilere çekiliyoruz. Bekliyoruz biraz
daha. Ayağa kalkıp bu sefer merdivenlere yatıyor. Önünden birileri geçerken
hızlıca çıkıp kaçıyoruz.
Seher’e
anlatıyor Sevgi;
-Annemin içindeki bu şey bir gün başımıza iş açacak, diye.
-Annemin içindeki bu şey bir gün başımıza iş açacak, diye.
Akşam
geç vakitte hep birlikte ailecek eve geri dönerken bu sefer de siyah bir
köpekle göz göze geliyorum.
-Akşam
şeriflerin hayrolsun can! diyorum sesli biçimde. Film yine kopuyor. Caddenin bir ucundan
diğer ucuna kadar kaldırım değiştirerek yürüyoruz karşılıklı. Oğlumla eşim
halimize gülüyor. Kızım yine kolumu çimdikliyor. Ben kahkalarda… Cadde ortasında hiç utanmadan üstelik.
Şimdi
cadde de köpek gördük mü kızım sakın bakma diye kafamı tutuyor. Gözlerimin
içine bakıp sadece bana bak diyor. Köpekleri sevmediğinden değil, sadece çok büyükler
ve tam dibimizden yürümeye çalışıyorlar.
Geçen
hafta Bolu’ya gittiğimde Hüsniye’nin evinin önünde durduk. Hüsniye arabadan
indi ben de yanına gittim vedalaşmak için. Birden;
-Hüsniye
buraya kadar geldim Paşa’yı görmeden gitmem beni ona götür dedim.
Paşa
öyle güzel, öyle güzel ki anlatamam. Kangal tabiî ki. Köşeyi dönüp de;
-Paşaaaaa
ben geldim... dememle nasıl bir ayağa kalktı görmelisiniz. Tellerin arkasından başını nasıl elime sürüyor. Patisini avucuma bırakıyor anlatamam. Unutmamış beni. Yalvarıyor beni çıkartın bburadan sarılayım diye. Makbuş kornaya basınca ayrıldık ancak. Boynunu bir büktü arkamdan içim yandı.
Hüsniye'nin Paşa'sı
İçimdeki
bu şeyi evdeki aşkım Pia da çok iyi biliyor.
Ona
dün akşam seranadlar yapıyordum sadece dinliyordu. Ne zaman Karadeniz
türkülerine geçtim zibidi bana eşlik etmeye başlamaz mı? Anlaşılan bizim
Pia’nın içine Karadenizli insan kaçmış dedim.
Bu sabah yağmur yağıyordu işe gelirken. Elimde şemsiyem işyerine doğru yürüyorum sanayi sitesinin içinde. Yağmurun altında ıslanmış, park etmiş bir arabanın egzosu ile ısınıyor çaktırmadan. Kocaman üstelik. Durdum ve sadece;
-Gel! dedim.
Döndü baktı. Ağır ağır geldi. paltomu kokladı. Girdi şemsiyemin altına yürüdük birlikte. Sonra ona;
-İşe yetişmem lazım ben hızlanacağım, sen şuradaki kafe'nin tentesinin altına gir daha fazla ıslanma dedim. 5 adım daha benimle geldi. Ben hızlandım o da kafenin tentesinin altına gitti.
Kış geldi. Canları unutmayalım istedim. Kış ayazının başladığı şu günlerde sevgimize ve ilgimize daha fazla ihtiyaçları olacak.
Sevgi ve muhabetle...
Bu sabah yağmur yağıyordu işe gelirken. Elimde şemsiyem işyerine doğru yürüyorum sanayi sitesinin içinde. Yağmurun altında ıslanmış, park etmiş bir arabanın egzosu ile ısınıyor çaktırmadan. Kocaman üstelik. Durdum ve sadece;
-Gel! dedim.
Döndü baktı. Ağır ağır geldi. paltomu kokladı. Girdi şemsiyemin altına yürüdük birlikte. Sonra ona;
-İşe yetişmem lazım ben hızlanacağım, sen şuradaki kafe'nin tentesinin altına gir daha fazla ıslanma dedim. 5 adım daha benimle geldi. Ben hızlandım o da kafenin tentesinin altına gitti.
Kış geldi. Canları unutmayalım istedim. Kış ayazının başladığı şu günlerde sevgimize ve ilgimize daha fazla ihtiyaçları olacak.
Sevgi ve muhabetle...
Etiketler:
kedi,
kış,
Köpek,
muhabbet,
sevgi,
sokak canları,
sokak hayvanları
26 Aralık 2014 Cuma
AKŞAM ÜZERİ...
Çay demledim akşamüzeri,
İki bardak doldurdum bir başıma...
Biri benim, biri senin için
Biliyorum yine soğutacaksın çayını,
Canın sağolsun yine demlerim.
Kısmetse bir gün sıcak içmek de nasip olur.
Kimbilir?
O zaman da belki çayı beğenmezsin.
Üzülmem...
Bir bardak su içersin.
Ardından hayır dua edersin,
Ömrüm uzar yine çay demlerim...
20 Aralık 2014 Cumartesi
HİÇBİR ZAMAN...
Hani bir ara demiştim ya, oturken yazmalara dururken yazmalar eklendi. Dururken yazmalara yürürken yazmalar... Sırada uyurken yazmalar olursa şaşırmam diye. İşte nihayet o da oldu.
Her zaman başucumda birkaç kitabım, bir not defterlerim, kalemlerim bulunur.
Bu gece uykumun kimbilir hangi saatinde o uyku ile uyanık halinde kendimi fark ettimki sürekli yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum... Uyandım, elimi karanlıkta deftere uzattım bir de kalem geldi elime. Kapkaranlık odada hatırladıklarımın bir kısmını yazdım. Pia kalemin kağıda sürtünme sesini duyup baş ucuma geldi yavaşça. Anneciğe bir şeyler olmuş diye eğildi kokladı. Burnunu burnuma değdirdi. Sonra kalemi dişlerinin arasına alıp gitti. Ben yine yazmaya devam ettim başımı yastığa koyup gözlerim kapalı... Bir sağa, bir sola döndüm. Öyküler yazdım, şiirler yazdım, mektuplar yazdım. Sabah uyandım bir bu kalmış elimde...
Şimdi nerden böyle çoştum yine dalgalanıyorum halleri diye merak ediyorsunuz. Efendim 13 Aralığı, 14 Aralığa bağlayan gece 2014 yılının son gökyüzü şenliği vardı. Yıldız yağmurunu hiç gördünüz mü bilmem ama muhteşem oluyor. İstanbul gibi bir yerde böylesi bir güzelliği yakalamak neredeyse imkansızdır. Şehir ışıkları ancak güçlü yıldızların ışığını görmenize izin verir. Küçük yıldızları görmek için yerleşim yerlerinin biraz dışına çıkmanız gerekir. Ben bir gökyüzü sevdalısı olarak gündüz kadar geceye de sevdalıyımdır.
Bu son şenliği eşim pencere önü sigara içerken fark etmiş hemen gelip söyledi. (Bu arada belirteyim ilk kez sigara içmesine kızmadım.) Ben de bir heyecan fırladım balkona. Ama yok böyle bir güzellik. Hemen kızımı aradım. Yatmış uyuyormuş kuzucuğum.
-Kalk kimseyi uyandırmadan pencereden dışarı bak, dedim.
-Anne korkutma beni ne oluyor dedi.
-Gökyüzüne bak ve bana ne gördüğünü söyle dedim.
Gitti baktı, fısıltı ile;
-Bulutlarrr dedi. Peki sen görüyorsun anneciğim gecenin bu saatinde? diye sordu biraz sitemli biraz meraklı.
-Yıldızları... Gökyüzü öylesine açık, öylesine berrak ki... Samanyolu tam üzerimizde. Sana şu kadar diyeyim benim "civcivli tavuk" yıldız kümesini bile görüyorum. Yani o kadar net. (Ben bu ismini seviyorum ama bazıları ona Ülker de diyor.)
İşte tam bu anda bir yıldız kaydı. Ben de ufak bir çığlık. Kızım;
-Anne dilek tut. diyor telefonun diğer ucundan. Ben dilek falan tutana kadar daldım gittim yıldızın peşinden. Kızımın sesi ile kendime geldim.
-Tuttun mu anne?
-Yok kızım ama sadece düşündüğüm bir kelime oldu. Sevgi...
-İyi anne ben yatmaya gidiyorum. Sen de balkonda çok fazla kalıp hastalanma dedi.
Hemen ardından Seher'i aradım.
-Yattın mı? diye sordum
-Henüz değil, hayrola gece gece? dedi.
-Terasa çık. Gökyüzüne bak anlarsın dedim.
Koşarak çıkmış. Beni aradı tekrar.
-Muhteşem güzel, tıpkı kandil gecesi gibi. Duaların kabul olduğu bir geceye benziyor. Dua edelim dedi.
Telefonu kapattık güzelliği seyrettik biraz daha.
Sonra internete girip baktım ki tam o gece gökyüzü şenliği varmış. Güzellikler diledim. Sevgiler, sevinçler, sağlık dolu günler. İnsanlık için huzur, barış, anlayış...
İşte benim bu çoştum yine dalgalanıyorum hallerim o gece kayan yıldızlardan. Sanırım içlerinden biri benim pek sevgili ilham perimdi. Bu yıl giderayak beni bulmak istemiş.
Peki şikayetçimiyim? Yoooo... Hazır uğramışken kaçırmayayım diye habire çay, kahve, kek, börek modunda besliyorum kendisini. Espri bir yana sanırım o gece gökyüzünün açılan kapıları duaları geri çevirmedi.
Kimbilir belki sizin de bir duanız vardır ve o da gerçekleşmiştir. Muhabbetle kalın efendim... Görüşmek üzere...
Not: Bu son fotoğraftaki yazıyı ben yapmadım. Fotoğrafın kendisi bu şekildeydi bulduğumda. Denk geldi ben de paylaşayım istedim. Ne de olsa ismim var di mi ama :)))))
Her zaman başucumda birkaç kitabım, bir not defterlerim, kalemlerim bulunur.
Bu gece uykumun kimbilir hangi saatinde o uyku ile uyanık halinde kendimi fark ettimki sürekli yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum... Uyandım, elimi karanlıkta deftere uzattım bir de kalem geldi elime. Kapkaranlık odada hatırladıklarımın bir kısmını yazdım. Pia kalemin kağıda sürtünme sesini duyup baş ucuma geldi yavaşça. Anneciğe bir şeyler olmuş diye eğildi kokladı. Burnunu burnuma değdirdi. Sonra kalemi dişlerinin arasına alıp gitti. Ben yine yazmaya devam ettim başımı yastığa koyup gözlerim kapalı... Bir sağa, bir sola döndüm. Öyküler yazdım, şiirler yazdım, mektuplar yazdım. Sabah uyandım bir bu kalmış elimde...
Sana hiç bir zaman okuyamacağın şiirler yazdım,
Hiç bir zaman göremeyeceğin resimler,
Hiç bir zaman duyamacağın şarkılar söyledim.
Ve sana hiç bir zaman bilmeyeceğin sevgimi verdim...
Hiç bir zaman silmeyeceğin göz yaşlarımı akıttım,
Hiç bir zaman dokunmayacak elimi uzattım,
Sen umut dalında bir sevgi,
Karanlık gecelerin uzak yıldızı,
Aldığım ilk, verdiğim son nefesimsin...
Şimdi nerden böyle çoştum yine dalgalanıyorum halleri diye merak ediyorsunuz. Efendim 13 Aralığı, 14 Aralığa bağlayan gece 2014 yılının son gökyüzü şenliği vardı. Yıldız yağmurunu hiç gördünüz mü bilmem ama muhteşem oluyor. İstanbul gibi bir yerde böylesi bir güzelliği yakalamak neredeyse imkansızdır. Şehir ışıkları ancak güçlü yıldızların ışığını görmenize izin verir. Küçük yıldızları görmek için yerleşim yerlerinin biraz dışına çıkmanız gerekir. Ben bir gökyüzü sevdalısı olarak gündüz kadar geceye de sevdalıyımdır.
Bu son şenliği eşim pencere önü sigara içerken fark etmiş hemen gelip söyledi. (Bu arada belirteyim ilk kez sigara içmesine kızmadım.) Ben de bir heyecan fırladım balkona. Ama yok böyle bir güzellik. Hemen kızımı aradım. Yatmış uyuyormuş kuzucuğum.
-Kalk kimseyi uyandırmadan pencereden dışarı bak, dedim.
-Anne korkutma beni ne oluyor dedi.
-Gökyüzüne bak ve bana ne gördüğünü söyle dedim.
Gitti baktı, fısıltı ile;
-Bulutlarrr dedi. Peki sen görüyorsun anneciğim gecenin bu saatinde? diye sordu biraz sitemli biraz meraklı.
-Yıldızları... Gökyüzü öylesine açık, öylesine berrak ki... Samanyolu tam üzerimizde. Sana şu kadar diyeyim benim "civcivli tavuk" yıldız kümesini bile görüyorum. Yani o kadar net. (Ben bu ismini seviyorum ama bazıları ona Ülker de diyor.)
İşte tam bu anda bir yıldız kaydı. Ben de ufak bir çığlık. Kızım;
-Anne dilek tut. diyor telefonun diğer ucundan. Ben dilek falan tutana kadar daldım gittim yıldızın peşinden. Kızımın sesi ile kendime geldim.
-Tuttun mu anne?
-Yok kızım ama sadece düşündüğüm bir kelime oldu. Sevgi...
-İyi anne ben yatmaya gidiyorum. Sen de balkonda çok fazla kalıp hastalanma dedi.
Hemen ardından Seher'i aradım.
-Yattın mı? diye sordum
-Henüz değil, hayrola gece gece? dedi.
-Terasa çık. Gökyüzüne bak anlarsın dedim.
Koşarak çıkmış. Beni aradı tekrar.
-Muhteşem güzel, tıpkı kandil gecesi gibi. Duaların kabul olduğu bir geceye benziyor. Dua edelim dedi.
Telefonu kapattık güzelliği seyrettik biraz daha.
Sonra internete girip baktım ki tam o gece gökyüzü şenliği varmış. Güzellikler diledim. Sevgiler, sevinçler, sağlık dolu günler. İnsanlık için huzur, barış, anlayış...
İşte benim bu çoştum yine dalgalanıyorum hallerim o gece kayan yıldızlardan. Sanırım içlerinden biri benim pek sevgili ilham perimdi. Bu yıl giderayak beni bulmak istemiş.
Peki şikayetçimiyim? Yoooo... Hazır uğramışken kaçırmayayım diye habire çay, kahve, kek, börek modunda besliyorum kendisini. Espri bir yana sanırım o gece gökyüzünün açılan kapıları duaları geri çevirmedi.
Kimbilir belki sizin de bir duanız vardır ve o da gerçekleşmiştir. Muhabbetle kalın efendim... Görüşmek üzere...
Etiketler:
hiçbir zaman,
şiir,
Ülker yıldızı,
Yıldız,
yıldız yağmuru
19 Aralık 2014 Cuma
SAKLI ZAMANLAR...
zaman yavaşça akan gözyaşlarında saklı,
sonbaharda düşen yaprakların altında.
sigaranın dumanında saklı
zaman son kez baktığın ve öyle bıraktığın
gözlerinde saklı
ve zaman yüzdeki çizgilerde saklı...
hani
ayrılırken son kez tutmuştun ya elini...
hani
uzun uzun bakmıştın gözlerinin içine,
saçlarını
koklamıştın ya hani,
kahretsin
git artık demiştin ya gözyaşlarıyla...
zaman işte o gidişte saklı...
Öylesine bir şey..
An gelir susarsın…
Kelimeler kendilerine sessizlikte yol bulur
anlatır,
Karanfillerin en kırmızısı dile gelir tekrar tekrar çalan
şarkılarda
anlatır,
Gökyüzü üzerine düşen yağmur taneleriyle dokunur
anlatır,
Kar yağmış üşüyen ruhuna içindeki yangınlar
anlatır,
susarsın...
Dualara açılır eller, dilin döner, nazın geçer Yaradan’ına
susmaz
anlatırsın…
15 Aralık 2014 Pazartesi
DÜNDEN SONRA YARINDAN ÖNCE DOĞUM GÜNÜM...
İlk blog açma kararımı tamamenatıyorum.com’un geçen yıl yapmış olduğu
blog fırtınası ile karar vermiştim. Fırtınaya gönüllü katılarak elimden geldiği
kadar yazıp kendimce tamamladım etkinliği. Sonra da bloğuma yazmaya devam
ettim.
Henüz çok çiçeği burnunda blogger iken 2 kez
Bumerang’ın etkinliğine katılma fırsatı yakaladım. Güzel ve çok özel bir
deneyim oldu bu etkinlikler. Başka blog yazarları ile tanıştım. Blog
arkadaşlıkları kurdum. Bumerang’ın katıldığım etkinlikleri benim için gerçekten bulunmaz hazine değerindeydi. İlki yazar Ahmet Ümit ile söyleşi,
diğeri AliPoyrazoğlu ile FarkYaratan Birey etkinliğiydi.
İyi ki
blog açmışım diyorum şimdi. İçimden geldiği gibi, kelimelerin akışı
doğrultusunda yazıyorum yazdıklarımı. Fazla iddalı değilim ve bloğum konusunda
bir sürü eksiğimin olduğunun da farkındayım. Kesinlikle bir yazar
değilim ama anladığınız üzere yazmayı okumak kadar seviyorum. Her hafta düzenli yazamasam bile içimden
geldiği gibi yazıp istediğim gibi paylaşabiliyorum.
Zaman zaman yazmakta zorlanıyorum her blog yazarının
zorlandığı gibi. Böyle durumlarda panik olmadan tekrar yazana kadar bekliyorum.
Yazdıklarım her ne kadar kendim için olsa da okumak için bloğumu ziyaret
edenlere de okumaya değer şeyler yazmaya çalışıyorum.
Bu kadar blog varken,
bu kadar blog yazarı varken benim yazılarımı, bloğumu takibe alıp okumak
isteyen sevgili okurlara çok teşekkür ediyorum. Yorumlarınızla,
beğenilerinizle 1 yılımızı geride bıraktık. Tam 1 yıl önce açtığım bloğumun doğum günü Aralık ayı.. Doğum günümde de beni yalnız bırakmadığınız için hepinize çok ama
çok teşekkür ediyorum.
Aklımın yettiğince, dilimin döndüğünce yazacağım sanırım.
Kısacası çekeceğiniz
var benden şimdiden demedi demeyin... :)))) Sevgi ve muhabbetle...
Etiketler:
Aralık,
Blog,
blog yazarlığı,
blogger,
doğum günü
4 Aralık 2014 Perşembe
GECE, YAĞMUR VE BABAM...
Geçen akşam iş çıkışı
ineceğim duraktan bir durak önce indim. İş çıkışı yerleri kuru görünce
şemsiyemi yanıma almamıştım. Oysa şimdi yağmur çok şiddetli olmasa da ince ince
yağıyordu. Üstelik epeyde acıkmıştım. Buna rağmen eve gitmek yerine aşağı
mahalledeki evcil hayvan ürünleri dükkânına kedime mama almaya gittim. Son
mamasını bu akşam verecektim yarın evden çıkarken verebileceğim maması
kalmayacaktı. Hem sorumluluk hem de zorunluluk ama daha çok onun gözlerindeki
sevgi muhabbet...
Evcil hayvan ürünleri satan
dükkân sahibi ile kısa bir sohbetten sonra kuru mama ve yaş mamaları alıp
çıktım tekrar sokağa. (Biliyorum adı patshop ama sevmiyorum söylemeyi )
Geldiğim yolu geri yürüyerek
oradan eve yönelecektim. Elimde mama poşeti, omzumda kendi çantam ağır ağır yol
aldım. Ana caddeye çıkınca sokak lambalarının ve araba farlarının etkisi ile
gözüm yağmurun ve gecenin etkisi ile ayna gibi parlayan simsiyah asfalta
takıldı. Yağmurun her bir damlası ıslak asfaltın üzerine düştüğünde minik bir
geri sıçrama ile aynı anda yitip giden minik halkalar oluşturmaktaydı
mütemadiyen. Elimdeki poşet çok ağır olmamakla birlikte kolumu aşağı çekiyordu.
Adımlarım ağır ve tempolu... Acele etmeden kararlı bir yürüyüş...
Birden babamı hatırlattı
içinde yaşadığım o an. Ansızın babam oluverdim kendimden geçip. Elimdeki kedi
maması poşet yine birden omuzda taşınan meyve sandığına dönüştü. Yağmur yine
aynı yağmurdu, adımlar aynı ağır atılan adımlar, acele etmeden kararlı
yürüyüşte... Tek farkla bir de balık olsam rakı şişesinde durumu...
Balık olmuş durumda olurdu
mutlaka her gece. Buna rağmen ne evin yolunu unutur, ne omzundaki meyve
sandığını, ne elindeki anahtarın hangi kapıyı açacağını... Düşer o yağmurun
biriktirdiği sulara, çamurlanır üstü başı, bazen de kanar elleri, kaşı, burnu...
Ama yine eve gelir o meyve sandığı... Bazen pide olur, bazen lahmacun sandık
yerine elinde getirdiği poşette. Yaz aylarında değil de nedense kış aylarında
daha çok içim sızlar babam olurum sokaklarda böyle ansızın.
Yalnızlığını yaşarım,
öksüzlüğünü... Sevgi dolu kalbini görürüm gecenin en karanlık köşesinde.
Babamın balıklığı adam gibiydi. Kendinden başka kimseyi incitmeyen bir balık
olurdu o.
Çok ender zamanlarda sohbet
arasında öksüzlüğünü anlattırırdık. Her anlatışının sonu gözyaşları ile
biterdi. Babalarda ağlarmış o zaman anlardık. 15 gün arayla kucağında vefat
eden anne ve babasını, sabaha kadar kardeşleri ile beklediğini anlatırdı. Sonra
dağılmışlar her biri bir akrabanın yanına. Yetimliğini anlatırdı. Bir gün onu
çok zorladığımda bana "ben başka türlüsünü bilmem kızım" demişti.
"Ben ailemle büyümedim ki... Anne baba nasıl davranır öğrenmedim ki... Ben
içimden geldiği gibi babayım" demişti.
O zaman anladım...
Gözlerindeki yaşlar sorularıma çoktan cevap olmuştu.
Babalarda ağlar, babalar da
öksüz kalır, yetim kalır, boynu bükük kalır... Çocuktum belki ama anladım.
Hastalanana kadar balık
olmaya devam etti. İş çıkışında aynı minibüse, otobüse denk geldiğimizde ben
önde o arkada oturduk konuşmadan sessizce. Ayrı kapılardan bindik, ayrı
kapılardan indik birlikte. Biliyordu çünkü neye kızdığımı, balık olmasına değil
sadece en çok sağlığının gitmekte olduğuna kızardım. Yüzümün asıklığından
sezerdi hemen.
Oysa henüz çok küçükken onun
koluna giremesem de elini tutup birlikte eve giderdik gecenin geç vakitlerinde.
Onun balık olmuş ayaklarının her tökezlenmesinde çekerdi elim elini düşmesin
diye. Öğlen saati ağaç altı sohbetlerimizde konuştururdu beni, bıkmadan
dinlerdi gözlerimin içine bakarak sigarası elinde. Bense bıcır bıcır her daim.
Akşam müşteriler gelene kadar sandalyeleri tren yapıp oynamalarla, babam yokken
dükkanı beklemekle, duvarlardaki ve tavandaki kurutulmuş deniz mahsüllerinin
seyrini yapa yapa günü akşam ederdim.. İlk müşterilerle birlikte yerim arka
tarafta kasanın başıydı. Ne bir bardak taşıtırdı ne bir kaşık çatal. Sadece
mutfağa onun yanına giderdim. Bir yandan yemek yapar, sipariş tabaklarını
hazırlar bir yandan usul usul yüzerdi sığ sularda. Anason kokulu akşamlar bazen
sesi güzel birinin söylediği hicaz makamı ile hüzünlenirdi. Asla nara
attırmazdı, onlarda atmazdı benim olduğumu bildiklerinden. Sohbet havasında
demlenmeceler. Müşterileri de kendine benzerdi. Adam gibi çıkmayanı almazdı bir
sonraki seferde.
Son vakitlerde son kalanları
üslubunca gönderirdi kahkalar eşliğinde. Bulaşıklar akıtılmış, çöpler
toparlanmış, sandalyeler masalara kalkmış, ışıkları kapatılıp kapıyı
kilitlerdik birlikte... Yaz günlerinin geceleri... Kış geceleri ben
yoktum. Ancak geldiğimde anlatırlardı yaşanılanları. Ara dönem tatillerinde
görürdüm bir de.
Bazı yaz sabahlarında
birlikte balığa çıkardık. Marmara'nın balıklarına inat balıkçılardan alırdık
tutamadığımız balıkları dükkana dönerken.
Denizi babam sevdirdi, baba
kız balığa çıkarak, toprağı babam sevdirdi ağaçların altında sohbetler ederken.
Deniz kenarından topladığı minik minareler, kabuklar ile bizi birşeyler yapmaya
ilk o heveslendirdi. İçimizdeki okuma sevdası onun sevdasından kaynaklandı hep.
Kendisi ancak asker ocağında öğrenebilmiş okur yazarlığı. Yazılarını el yazısı
ile yazardı özenerek. Kitap alacağım para verir misin dediğimde asla hayır
demezdi. Akşam gelince mutlaka sorardı hangi kitabı aldın diye. Ne başı
açıklığıma karıştı ne kapandığıma... İlk kez kendi başıma elbise ve ayakkabı
almak için ondan para istediğimde hayır demedi. Sen ne zaman büyüdün demedi.
Sadece;
-Aldıkları getir bakalım,
dedi.
Elbiseye baktı önce sonra
ayakkabılarıma.
-Tamam, dedi. Sen ne
alacağını biliyorsun. Bundan sonra hep kendin al.
-Nerden anladın? dedim.
-Ayakkabının topuklarından,
dedi.
Bir gece karanlığı, sokak
lambalarının aydınlattığı caddenin ıslak asfaltına düşen yağmur damlalarının
ahengli sıçramaları, elimdeki mama poşeti beni babama götürdü. İçim ısındı, başım yandı.
Başımı açtım yağmur saçlarıma düştü, yanaklarıma düştü...
Islak sokaklar mevsimindeyiz artık…
Bu kalabalık şehre hüzün yağar bu zamanlar…
Yalnızlık yağar caddelerine…
Darmadağın saçlar, ıslanmış yüzler hep yere bakar…
Kahveleri bile dert yüklenir…
Çayları daha bir demli…
Unutulan sevgililer hatırlanır veya sevgililer unutulmaya çalışılır…
Bu mevsimde vitrinleri az sulu rakı gibidir bu şehrin…
Her adımın yalnızlığa uzanır….
Yine de hızlı adımlar atılır, koşulur bu sokaklarda…
Herkes kendi türküsünü söyler yüzünü buruşturarak,
Herkes kendi hikayesini en acıklı sanır…
ABDULLAH ÖZDOĞAN
Etiketler:
balık,
gece,
kedi maması,
sokak lambası,
yağmur,
yağmur damlaları
29 Kasım 2014 Cumartesi
MAVİ SORULARIM
http://ink361.com/app/users/ig-431470935/mesutkaya1905/photos
Neden mavidir gökyüzü?
Denizler mavi olduğundan mı?
Peki denizler mavi mi gerçekten?
Yoksa gökyüzünün mavi renginden mi almakta rengini?
Peki denizlerin hepsi kızıla boyansa...
Gökyüzüde kızıl olur mu?
Ey beyaz bulutların arkasına saklanmış mavi gökyüzü,
Her sabah sana bıkmadan selam veriyorum.
Haberin var mı?
Mavi denizi görmüyorum ama eğer selamımı alıyorsan onunlada paylaşır mısın zahmet olmazsa?
*Sabah gökyüzü ile söyleşmelerimden. Unutmamak için hem yürüdüm hem yazdım karalamaca. Otururken yazmalara, dururken yazmalar eklenmişti. Şimdi bir basamak daha çıkıp yürürken de yazma yapabildiğime göre sıra uyurken yazmada dersem şaşmayın... :) ))))
Etiketler:
Bulut,
deniz,
gökyüzü,
mavi,
mavi deniz,
mavi gökyüzü,
sorular
24 Kasım 2014 Pazartesi
ŞEHİR BENİ ÇAĞIRIYOR. "SONSUZ YANKI..."
Dönülür akşamların ufkundayım. Vakit henüz erken. Dalgaların sesini dinliyorum Kadıköy-Kabataş-Eminönü iskelesinin kenarından. Vapurların uğultulu sesleri, satıcıların, arabaların, yolcuların seslerine karışmış. Ben dalga seslerinin peşindeyim. Suyun şırıltılı ahengli sesi vapurun yanaşması ve ayrılması ile artıp azalıyor.
Hava hafif akşam serinliğinde tozlarımı silkeler gibi usulca geziniyor üzerimde.
Hızlı adımlarla vapurdan inip iskeleyi terk eden yolcular. Eve yetişecekler, randevuya yetişecekler, koşan adımlar, geri geri giden adımlar, ne çok şey gizli sessiz bedenlerinizde.
Çıkışın ağzındaki satıcı kadın Kasım'ın ortasında nerden buldun da satmaya çırpınıyorsun dağ çileklerini? Ya gözleri görmeyen yaşlı amca ile teyze 3 tane sakızı 50 kuruşa satıp hangi derde deva bulacaksınız?
Bu gürültüyü ezan sesi tamamladı. Martılar sessiz... Yolcular bitti. Bir çelik bastonlu aksak kaldı geriden gelen.
Dağ çileği satan kadın küçük sepetini yüklenip de yürüyünce aksayan ayağı anlattı hüzünlü hikayesini. Durmadı. Sepeti ve aksak ayağıyla giden kalabalığın peşine seyirtti. Karanlık dünyalarına omuz desteği verdikleri amca ile teyze, beyaz bastonları ile hayatı ve önlerini tarayarak çekildiler büfenin yamacına doğru. Bir sonraki sefere kısmet nasip diyerek. Kimbilir kaçıncı gidiş gelişleri büfe önü-iskele çıkışı...
Her daim duyulan müzik sesi bu sefer gitar sesi olarak geldi az geriden. Gitara güzel bir erkek sesi eşlik ediyor...
Yeni vapurlar, yeni yolcular, aynı satıcılar, aynı telaşlar... "Sonsuz yankı" diyor gitarın dilinden söyleyen. Bir onu anladım ben de zaten bu kuru gürültüde. Sonsuz yankı...
Dönülür akşamın ufkundayım. Vakit henüz erken. Bu ne son fasıldır ne de ilk ey ömrüm. Bari bundan sonra benim istediğim gibi geç...
Fotoğrafa dair not: Gece çekilmiş bir fotoğraf bulamadım ne yazık ki. Bu görüntü ile idare edeceğiz artık.
Şehir hikayem şimdilik bu kadar. Geldiğiniz, okuduğunuz için teşekkürler.
Hava hafif akşam serinliğinde tozlarımı silkeler gibi usulca geziniyor üzerimde.
Hızlı adımlarla vapurdan inip iskeleyi terk eden yolcular. Eve yetişecekler, randevuya yetişecekler, koşan adımlar, geri geri giden adımlar, ne çok şey gizli sessiz bedenlerinizde.
Çıkışın ağzındaki satıcı kadın Kasım'ın ortasında nerden buldun da satmaya çırpınıyorsun dağ çileklerini? Ya gözleri görmeyen yaşlı amca ile teyze 3 tane sakızı 50 kuruşa satıp hangi derde deva bulacaksınız?
Bu gürültüyü ezan sesi tamamladı. Martılar sessiz... Yolcular bitti. Bir çelik bastonlu aksak kaldı geriden gelen.
Dağ çileği satan kadın küçük sepetini yüklenip de yürüyünce aksayan ayağı anlattı hüzünlü hikayesini. Durmadı. Sepeti ve aksak ayağıyla giden kalabalığın peşine seyirtti. Karanlık dünyalarına omuz desteği verdikleri amca ile teyze, beyaz bastonları ile hayatı ve önlerini tarayarak çekildiler büfenin yamacına doğru. Bir sonraki sefere kısmet nasip diyerek. Kimbilir kaçıncı gidiş gelişleri büfe önü-iskele çıkışı...
Her daim duyulan müzik sesi bu sefer gitar sesi olarak geldi az geriden. Gitara güzel bir erkek sesi eşlik ediyor...
Yeni vapurlar, yeni yolcular, aynı satıcılar, aynı telaşlar... "Sonsuz yankı" diyor gitarın dilinden söyleyen. Bir onu anladım ben de zaten bu kuru gürültüde. Sonsuz yankı...
Dönülür akşamın ufkundayım. Vakit henüz erken. Bu ne son fasıldır ne de ilk ey ömrüm. Bari bundan sonra benim istediğim gibi geç...
Fotoğrafa dair not: Gece çekilmiş bir fotoğraf bulamadım ne yazık ki. Bu görüntü ile idare edeceğiz artık.
Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
Avunmak istemeyiz, böyle bir teselli ile
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak, bitmeyen sükûnlu gece
Guruba karşı bu son bahçelerde keyfince
Ya aşk icinde harab ol ye şevk icinde gönül
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül
Ah dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç.
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
Avunmak istemeyiz, böyle bir teselli ile
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak, bitmeyen sükûnlu gece
Guruba karşı bu son bahçelerde keyfince
Ya aşk icinde harab ol ye şevk icinde gönül
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül
Ah dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç.
Şehir hikayem şimdilik bu kadar. Geldiğiniz, okuduğunuz için teşekkürler.
17 Kasım 2014 Pazartesi
HER GİDİŞİN BİR DÖNÜŞÜ VARDIR...
Dönüş:
Her gidişin bir dönüşü kesin olarak var mıdır bilmiyorum ama benim şehre gidişimin bir de dönüşü olduğu kesin. Buyurun dönüş yolunda birlikte binelim otobüse. İstanbul'da bir akşam iett otobüsü ile benimle kısa bir yolculuk yapın İstanbul'u uzaktan yaşanlar olarak. İstanbul'da yaşayanlara da ne kadar tanıdık bir manzara dedirtecek bir yolculuk hikayesi yazdıklarım...
Boşuna demiyorum ben bu gün şehre gidiyorum diye. Evden-işe, işten-eve 6 gün git gel. 1 gün kalıyor geriye o gün de ancak eve ayrılıyor zaman. Arada bir genellikle de zorunlu haller yüzünden şehre iniş yapıyorum. Ya Ümraniye'ye veya Kadıköy'e haldur huldur git gel şeklinde, zorunlu işi hallet eve döngel şeklinde oluyor bu gidişler. Zaman yok ki İstanbul'un kendisini yaşayalım.
Üstelik hem trafik hem de otobüsler, metrobüsler tıklım tıklım çoğunluk. Zorunlu olmadıkça trafiğe çıkmaktan kaçıyoruz adeta. Biz bile kendimize şaşırıyoruz bu otobüslerin, metrobüslerin kalabalığına, bu trafiğin çilesine hala daha nasıl katlanabiliyoruz diye. Düşünün gerçekte 10 dk. lık yolu 45 dk. alırsak mutlu oluyoruz. Peki size bir soru gerçekte 45 dk. olan yolu kaç saatte tamamlamış olabilirim acaba? 2,5 saatte üstelik tam oturduğum yere güneş vurmaktaydı. Çileyi düşünün. İşte sırf bu yüzden zorunlu haller dışında dışarı çıkmak, otobüse, minibüse, metrobüse binmek riskli. Sizce abartıyor muyum dersiniz? İstanbul'da yaşayanlara bu sorum elbette.
http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=114783
Ben böyle zorunlu durumlara isim taktım; "şehre gidiyorum" bu modda gidip gelmek daha az yoruyor sanki.
Mesela şimdi akşam 6:oo'da Kadıköy sahilden 14ES'ye bindik. Saat 6:30 boğaya yeni vardık. İlk bindiğimiz yerden yürüyerek boğaya 15 dk. da varırız. Üstelik rampa yukarı. Ama şimdi otobüsle 30 dk. da ancak varabildik. Eve varış saatini varınca yazacağım söz.
Tahmin ettiğiniz gibi bu yazıyı otobüste, orta kapının önünde ayakta dikilirken yazıyorum. Sırtımı yasladım. Kalabalık ama sabahları gibi balık istifi gibi değil. Kafam önümde içindekileri deftere boşaltmakla meşgülüm. Başka türlü bu yol çekilmez.
Boğa molası. 5 dk. Yine slogan atanlar var. Ne dedikleri otobüsün içinden anlaşılmayan sloganlar...
Hareket ettik nihayet. Barış Manço durağına varıp geçtik mi işimiz biraz daha kolaylaşacak.
Bu arada yolda yürüyen ablanın pantolonuna bayıldım. Çok tarz, her yeri yırtık neredeyse. Eee burası Kadıköy her türlü insana rastlayabilirsin normal.
Ooo! Fenerbahçe stadına gelmişiz bile hızlandık mı ne? Ah bir de maç zamanı görmeniz lazım. Bilen bilir maç zamanı Kadıköy'den çıkış yoktur kolay kolay. Öyle zamanlara yakalanmışsak evdekilere bizi unutun yemeğe beklemeyin siz yiyin diye telefon açmışlığımız var.
Kuyubaşı.
Yaaa ama ben acayip susadım. Üstelik çölde susuz kalmışlar gibiyim şu an. Durağın ismi susuzluğumu yüzüme vurdu adeta. Suuu, suuu, suuuuuuuuuuuuu...
Dilim ağzımda kocaman sanki. Suuuuu... Eve varınca en büyük bardakla içeceğim ama şimdi yoldayız yahu. Aslında şehre inerken ve dönerken her zaman yanıma pet şişe ile su alırım ne olur ne olmaz diye. Ama bu sefer yok. Ve ben bir yudum su için kıvranıyorum.
Otobüs hızlandı sanki çıkıştaki zaman kaybının açığını kapatmaya çalışıyor gibi. Ayaklarım ağrıyor.
Eee şehir adamı yoruyor belli.
Otobüste mini kavga çıktı. Yolcu bağırıyor;
-Şöför bey durağı geçtiniz!
- Basmadınız ben de geçtim.
-Bir önceki duraktan kalkar kalkmaz bastım kapıda bekliyorum önündeki ışığı görmüyor musun?
-Şimdi yandı, çapsız çapsız konuşma!
Yolcu indi ama hala konuşuyor.
-3 kuruşluk adamsınız, işinizi doğru düzgün yapmıyor bir de üste çıkıyorsunuz!
Adam haklı. Işık yandığı halde durakta durmayan şöförlere rastladım. Yolcunun indiğine bakmadan kapıyı kapatan, yolcuyu kapıya sıkıştıran, daha bir ayağı merdivendeyken arabayı süren şöförlere rastladım ne yazık ki. Üstelik özür bile dilemezler. Benim de çantamla birlikte kolum kapıya sıkışmıştı az daha sürükleniyordum içerideki yolcular bağırdılar şöföre dur diye. O yan aynalar ne işe yarar bazılarında bilmiyorum. İşini iyi yapanları ayrı tutuyorum.
Hala susuzum. Suuuuuuuu. Hala ayaktayım, hala ayaklarım ağırıyor ve hala yazmaya devam ediyorum. Ama Allah için şöför hızlı.
Yuppi yer verdiler bana. "Anam anam ben nirelere gidem vıy vıyy" diyesim var otururken. Artık oturarak yazıyorum çok şükür.
Kurşun kalemimin ucu epey gitti. Demek ki kalemtraş da atmalıymış çantaya.
Libadiye'deyiz. Saat: 6:59
Yanımdaki genç kız kalktı inmek için. Tam inerken bağırdı;
- Ne yaptığını sanıyorsun sen?
Bu kadar. İndi otobüsten. Otobüs aynı hızla kapıyı kapattı yarışa kaldığı yerden devam eder gibi haraket etti. Anlaşılan birileri kâra geçti kendince. Ne diyeyim yaptıysa eğer; eli kırılsın, eli kurusun, eli kopsun. Amin topluca.
Ümraniye'ye az kaldı.
Malum Ümraniye'deyiz ve yol tıkandı. Başka türlüsü sürpriz olur zaten. Kimbilir ne kadar zamanda geçeceğiz artık burayı.
Nihayet Çakmak'tayız az kaldı 20 dk sonra varmış olacağız. Olmadı 30 dk diyorum en kötüsünden. Arkamda oturan kulaklıkla müzik dinliyor aklısıra. Sayesinde bende diliyorum. Nasıl bir şey böyle dinlemek anlamıyorum kulaklıkla dinlemek bu mu şimdi?
Kurşun kalemim bitti çantada yumuşak uçlu tükenmez kalem buldum. Eğer yanımda kitap olsaydı okurdum. Eğer telefonumun kulaklık girişi çalışıyor olsaydı müzik dinlerdim bir yandan da yazmaya devam ederdim. Ama ancak defterim ve kalemlerim var. Ben de yazıyorum. Giderken o da yoktu. Yol bitmek bilmedi. Üstelik yol boyunca kadının biri cep telefonu ile konuşup kikirdedi, şebekleşti durdu. Ben de içimden;
-Allah'ım acı bana dedim durdum. İnmeye yakın kapattı.
Saat 19:46 hala suuuuuu diyorum da başka birşey demiyorum.
İşte böyle bu gün şehre indim ben. Kalabalığa karıştım acele acele. İlk yazımda da anlattığım gibi.
19:50 nihayet iniyoruz. Hadi gözünüz aydın şimdilik kurtuldunuz benden.
Not: Bu yol normade otobüsle 40-45 dk. sürer yol açıkken. Şimdi 2 saat sürdü. Eh yazı da biraz uzun oldu haliyle.
Merak edenlere mini not: Eve varınca 2 büyük bardak su bir de soda içtim yanmışım gerçekten.
2. not: 3. kısa yazım da hazır bir yere ayrılmak yok. Çayı bitenlere çaylar benden. Doldurun bir çay kendinize. Yorulmuşsunuzdur okurken dinlenin azıcık.
Her gidişin bir dönüşü kesin olarak var mıdır bilmiyorum ama benim şehre gidişimin bir de dönüşü olduğu kesin. Buyurun dönüş yolunda birlikte binelim otobüse. İstanbul'da bir akşam iett otobüsü ile benimle kısa bir yolculuk yapın İstanbul'u uzaktan yaşanlar olarak. İstanbul'da yaşayanlara da ne kadar tanıdık bir manzara dedirtecek bir yolculuk hikayesi yazdıklarım...
--- --- ---
Boşuna demiyorum ben bu gün şehre gidiyorum diye. Evden-işe, işten-eve 6 gün git gel. 1 gün kalıyor geriye o gün de ancak eve ayrılıyor zaman. Arada bir genellikle de zorunlu haller yüzünden şehre iniş yapıyorum. Ya Ümraniye'ye veya Kadıköy'e haldur huldur git gel şeklinde, zorunlu işi hallet eve döngel şeklinde oluyor bu gidişler. Zaman yok ki İstanbul'un kendisini yaşayalım.
Üstelik hem trafik hem de otobüsler, metrobüsler tıklım tıklım çoğunluk. Zorunlu olmadıkça trafiğe çıkmaktan kaçıyoruz adeta. Biz bile kendimize şaşırıyoruz bu otobüslerin, metrobüslerin kalabalığına, bu trafiğin çilesine hala daha nasıl katlanabiliyoruz diye. Düşünün gerçekte 10 dk. lık yolu 45 dk. alırsak mutlu oluyoruz. Peki size bir soru gerçekte 45 dk. olan yolu kaç saatte tamamlamış olabilirim acaba? 2,5 saatte üstelik tam oturduğum yere güneş vurmaktaydı. Çileyi düşünün. İşte sırf bu yüzden zorunlu haller dışında dışarı çıkmak, otobüse, minibüse, metrobüse binmek riskli. Sizce abartıyor muyum dersiniz? İstanbul'da yaşayanlara bu sorum elbette.
http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=114783
Ben böyle zorunlu durumlara isim taktım; "şehre gidiyorum" bu modda gidip gelmek daha az yoruyor sanki.
Mesela şimdi akşam 6:oo'da Kadıköy sahilden 14ES'ye bindik. Saat 6:30 boğaya yeni vardık. İlk bindiğimiz yerden yürüyerek boğaya 15 dk. da varırız. Üstelik rampa yukarı. Ama şimdi otobüsle 30 dk. da ancak varabildik. Eve varış saatini varınca yazacağım söz.
Tahmin ettiğiniz gibi bu yazıyı otobüste, orta kapının önünde ayakta dikilirken yazıyorum. Sırtımı yasladım. Kalabalık ama sabahları gibi balık istifi gibi değil. Kafam önümde içindekileri deftere boşaltmakla meşgülüm. Başka türlü bu yol çekilmez.
Boğa molası. 5 dk. Yine slogan atanlar var. Ne dedikleri otobüsün içinden anlaşılmayan sloganlar...
Hareket ettik nihayet. Barış Manço durağına varıp geçtik mi işimiz biraz daha kolaylaşacak.
Bu arada yolda yürüyen ablanın pantolonuna bayıldım. Çok tarz, her yeri yırtık neredeyse. Eee burası Kadıköy her türlü insana rastlayabilirsin normal.
Ooo! Fenerbahçe stadına gelmişiz bile hızlandık mı ne? Ah bir de maç zamanı görmeniz lazım. Bilen bilir maç zamanı Kadıköy'den çıkış yoktur kolay kolay. Öyle zamanlara yakalanmışsak evdekilere bizi unutun yemeğe beklemeyin siz yiyin diye telefon açmışlığımız var.
Kuyubaşı.
Yaaa ama ben acayip susadım. Üstelik çölde susuz kalmışlar gibiyim şu an. Durağın ismi susuzluğumu yüzüme vurdu adeta. Suuu, suuu, suuuuuuuuuuuuu...
Dilim ağzımda kocaman sanki. Suuuuu... Eve varınca en büyük bardakla içeceğim ama şimdi yoldayız yahu. Aslında şehre inerken ve dönerken her zaman yanıma pet şişe ile su alırım ne olur ne olmaz diye. Ama bu sefer yok. Ve ben bir yudum su için kıvranıyorum.
Otobüs hızlandı sanki çıkıştaki zaman kaybının açığını kapatmaya çalışıyor gibi. Ayaklarım ağrıyor.
Eee şehir adamı yoruyor belli.
Otobüste mini kavga çıktı. Yolcu bağırıyor;
-Şöför bey durağı geçtiniz!
- Basmadınız ben de geçtim.
-Bir önceki duraktan kalkar kalkmaz bastım kapıda bekliyorum önündeki ışığı görmüyor musun?
-Şimdi yandı, çapsız çapsız konuşma!
Yolcu indi ama hala konuşuyor.
-3 kuruşluk adamsınız, işinizi doğru düzgün yapmıyor bir de üste çıkıyorsunuz!
Adam haklı. Işık yandığı halde durakta durmayan şöförlere rastladım. Yolcunun indiğine bakmadan kapıyı kapatan, yolcuyu kapıya sıkıştıran, daha bir ayağı merdivendeyken arabayı süren şöförlere rastladım ne yazık ki. Üstelik özür bile dilemezler. Benim de çantamla birlikte kolum kapıya sıkışmıştı az daha sürükleniyordum içerideki yolcular bağırdılar şöföre dur diye. O yan aynalar ne işe yarar bazılarında bilmiyorum. İşini iyi yapanları ayrı tutuyorum.
Hala susuzum. Suuuuuuuu. Hala ayaktayım, hala ayaklarım ağırıyor ve hala yazmaya devam ediyorum. Ama Allah için şöför hızlı.
Yuppi yer verdiler bana. "Anam anam ben nirelere gidem vıy vıyy" diyesim var otururken. Artık oturarak yazıyorum çok şükür.
Kurşun kalemimin ucu epey gitti. Demek ki kalemtraş da atmalıymış çantaya.
Libadiye'deyiz. Saat: 6:59
Yanımdaki genç kız kalktı inmek için. Tam inerken bağırdı;
- Ne yaptığını sanıyorsun sen?
Bu kadar. İndi otobüsten. Otobüs aynı hızla kapıyı kapattı yarışa kaldığı yerden devam eder gibi haraket etti. Anlaşılan birileri kâra geçti kendince. Ne diyeyim yaptıysa eğer; eli kırılsın, eli kurusun, eli kopsun. Amin topluca.
Ümraniye'ye az kaldı.
Malum Ümraniye'deyiz ve yol tıkandı. Başka türlüsü sürpriz olur zaten. Kimbilir ne kadar zamanda geçeceğiz artık burayı.
Nihayet Çakmak'tayız az kaldı 20 dk sonra varmış olacağız. Olmadı 30 dk diyorum en kötüsünden. Arkamda oturan kulaklıkla müzik dinliyor aklısıra. Sayesinde bende diliyorum. Nasıl bir şey böyle dinlemek anlamıyorum kulaklıkla dinlemek bu mu şimdi?
Kurşun kalemim bitti çantada yumuşak uçlu tükenmez kalem buldum. Eğer yanımda kitap olsaydı okurdum. Eğer telefonumun kulaklık girişi çalışıyor olsaydı müzik dinlerdim bir yandan da yazmaya devam ederdim. Ama ancak defterim ve kalemlerim var. Ben de yazıyorum. Giderken o da yoktu. Yol bitmek bilmedi. Üstelik yol boyunca kadının biri cep telefonu ile konuşup kikirdedi, şebekleşti durdu. Ben de içimden;
-Allah'ım acı bana dedim durdum. İnmeye yakın kapattı.
Saat 19:46 hala suuuuuu diyorum da başka birşey demiyorum.
İşte böyle bu gün şehre indim ben. Kalabalığa karıştım acele acele. İlk yazımda da anlattığım gibi.
19:50 nihayet iniyoruz. Hadi gözünüz aydın şimdilik kurtuldunuz benden.
Not: Bu yol normade otobüsle 40-45 dk. sürer yol açıkken. Şimdi 2 saat sürdü. Eh yazı da biraz uzun oldu haliyle.
"Ah İstanbul seni yaşanmaz hale getirenler utansın.
Sende yaşayıp da seni yaşayamayanlara selam olsun."
Merak edenlere mini not: Eve varınca 2 büyük bardak su bir de soda içtim yanmışım gerçekten.
2. not: 3. kısa yazım da hazır bir yere ayrılmak yok. Çayı bitenlere çaylar benden. Doldurun bir çay kendinize. Yorulmuşsunuzdur okurken dinlenin azıcık.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)