Geçen akşam iş çıkışı
ineceğim duraktan bir durak önce indim. İş çıkışı yerleri kuru görünce
şemsiyemi yanıma almamıştım. Oysa şimdi yağmur çok şiddetli olmasa da ince ince
yağıyordu. Üstelik epeyde acıkmıştım. Buna rağmen eve gitmek yerine aşağı
mahalledeki evcil hayvan ürünleri dükkânına kedime mama almaya gittim. Son
mamasını bu akşam verecektim yarın evden çıkarken verebileceğim maması
kalmayacaktı. Hem sorumluluk hem de zorunluluk ama daha çok onun gözlerindeki
sevgi muhabbet...
Evcil hayvan ürünleri satan
dükkân sahibi ile kısa bir sohbetten sonra kuru mama ve yaş mamaları alıp
çıktım tekrar sokağa. (Biliyorum adı patshop ama sevmiyorum söylemeyi )
Geldiğim yolu geri yürüyerek
oradan eve yönelecektim. Elimde mama poşeti, omzumda kendi çantam ağır ağır yol
aldım. Ana caddeye çıkınca sokak lambalarının ve araba farlarının etkisi ile
gözüm yağmurun ve gecenin etkisi ile ayna gibi parlayan simsiyah asfalta
takıldı. Yağmurun her bir damlası ıslak asfaltın üzerine düştüğünde minik bir
geri sıçrama ile aynı anda yitip giden minik halkalar oluşturmaktaydı
mütemadiyen. Elimdeki poşet çok ağır olmamakla birlikte kolumu aşağı çekiyordu.
Adımlarım ağır ve tempolu... Acele etmeden kararlı bir yürüyüş...
Birden babamı hatırlattı
içinde yaşadığım o an. Ansızın babam oluverdim kendimden geçip. Elimdeki kedi
maması poşet yine birden omuzda taşınan meyve sandığına dönüştü. Yağmur yine
aynı yağmurdu, adımlar aynı ağır atılan adımlar, acele etmeden kararlı
yürüyüşte... Tek farkla bir de balık olsam rakı şişesinde durumu...
Balık olmuş durumda olurdu
mutlaka her gece. Buna rağmen ne evin yolunu unutur, ne omzundaki meyve
sandığını, ne elindeki anahtarın hangi kapıyı açacağını... Düşer o yağmurun
biriktirdiği sulara, çamurlanır üstü başı, bazen de kanar elleri, kaşı, burnu...
Ama yine eve gelir o meyve sandığı... Bazen pide olur, bazen lahmacun sandık
yerine elinde getirdiği poşette. Yaz aylarında değil de nedense kış aylarında
daha çok içim sızlar babam olurum sokaklarda böyle ansızın.
Yalnızlığını yaşarım,
öksüzlüğünü... Sevgi dolu kalbini görürüm gecenin en karanlık köşesinde.
Babamın balıklığı adam gibiydi. Kendinden başka kimseyi incitmeyen bir balık
olurdu o.
Çok ender zamanlarda sohbet
arasında öksüzlüğünü anlattırırdık. Her anlatışının sonu gözyaşları ile
biterdi. Babalarda ağlarmış o zaman anlardık. 15 gün arayla kucağında vefat
eden anne ve babasını, sabaha kadar kardeşleri ile beklediğini anlatırdı. Sonra
dağılmışlar her biri bir akrabanın yanına. Yetimliğini anlatırdı. Bir gün onu
çok zorladığımda bana "ben başka türlüsünü bilmem kızım" demişti.
"Ben ailemle büyümedim ki... Anne baba nasıl davranır öğrenmedim ki... Ben
içimden geldiği gibi babayım" demişti.
O zaman anladım...
Gözlerindeki yaşlar sorularıma çoktan cevap olmuştu.
Babalarda ağlar, babalar da
öksüz kalır, yetim kalır, boynu bükük kalır... Çocuktum belki ama anladım.
Hastalanana kadar balık
olmaya devam etti. İş çıkışında aynı minibüse, otobüse denk geldiğimizde ben
önde o arkada oturduk konuşmadan sessizce. Ayrı kapılardan bindik, ayrı
kapılardan indik birlikte. Biliyordu çünkü neye kızdığımı, balık olmasına değil
sadece en çok sağlığının gitmekte olduğuna kızardım. Yüzümün asıklığından
sezerdi hemen.
Oysa henüz çok küçükken onun
koluna giremesem de elini tutup birlikte eve giderdik gecenin geç vakitlerinde.
Onun balık olmuş ayaklarının her tökezlenmesinde çekerdi elim elini düşmesin
diye. Öğlen saati ağaç altı sohbetlerimizde konuştururdu beni, bıkmadan
dinlerdi gözlerimin içine bakarak sigarası elinde. Bense bıcır bıcır her daim.
Akşam müşteriler gelene kadar sandalyeleri tren yapıp oynamalarla, babam yokken
dükkanı beklemekle, duvarlardaki ve tavandaki kurutulmuş deniz mahsüllerinin
seyrini yapa yapa günü akşam ederdim.. İlk müşterilerle birlikte yerim arka
tarafta kasanın başıydı. Ne bir bardak taşıtırdı ne bir kaşık çatal. Sadece
mutfağa onun yanına giderdim. Bir yandan yemek yapar, sipariş tabaklarını
hazırlar bir yandan usul usul yüzerdi sığ sularda. Anason kokulu akşamlar bazen
sesi güzel birinin söylediği hicaz makamı ile hüzünlenirdi. Asla nara
attırmazdı, onlarda atmazdı benim olduğumu bildiklerinden. Sohbet havasında
demlenmeceler. Müşterileri de kendine benzerdi. Adam gibi çıkmayanı almazdı bir
sonraki seferde.
Son vakitlerde son kalanları
üslubunca gönderirdi kahkalar eşliğinde. Bulaşıklar akıtılmış, çöpler
toparlanmış, sandalyeler masalara kalkmış, ışıkları kapatılıp kapıyı
kilitlerdik birlikte... Yaz günlerinin geceleri... Kış geceleri ben
yoktum. Ancak geldiğimde anlatırlardı yaşanılanları. Ara dönem tatillerinde
görürdüm bir de.
Bazı yaz sabahlarında
birlikte balığa çıkardık. Marmara'nın balıklarına inat balıkçılardan alırdık
tutamadığımız balıkları dükkana dönerken.
Denizi babam sevdirdi, baba
kız balığa çıkarak, toprağı babam sevdirdi ağaçların altında sohbetler ederken.
Deniz kenarından topladığı minik minareler, kabuklar ile bizi birşeyler yapmaya
ilk o heveslendirdi. İçimizdeki okuma sevdası onun sevdasından kaynaklandı hep.
Kendisi ancak asker ocağında öğrenebilmiş okur yazarlığı. Yazılarını el yazısı
ile yazardı özenerek. Kitap alacağım para verir misin dediğimde asla hayır
demezdi. Akşam gelince mutlaka sorardı hangi kitabı aldın diye. Ne başı
açıklığıma karıştı ne kapandığıma... İlk kez kendi başıma elbise ve ayakkabı
almak için ondan para istediğimde hayır demedi. Sen ne zaman büyüdün demedi.
Sadece;
-Aldıkları getir bakalım,
dedi.
Elbiseye baktı önce sonra
ayakkabılarıma.
-Tamam, dedi. Sen ne
alacağını biliyorsun. Bundan sonra hep kendin al.
-Nerden anladın? dedim.
-Ayakkabının topuklarından,
dedi.
Bir gece karanlığı, sokak
lambalarının aydınlattığı caddenin ıslak asfaltına düşen yağmur damlalarının
ahengli sıçramaları, elimdeki mama poşeti beni babama götürdü. İçim ısındı, başım yandı.
Başımı açtım yağmur saçlarıma düştü, yanaklarıma düştü...
Islak sokaklar mevsimindeyiz artık…
Bu kalabalık şehre hüzün yağar bu zamanlar…
Yalnızlık yağar caddelerine…
Darmadağın saçlar, ıslanmış yüzler hep yere bakar…
Kahveleri bile dert yüklenir…
Çayları daha bir demli…
Unutulan sevgililer hatırlanır veya sevgililer unutulmaya çalışılır…
Bu mevsimde vitrinleri az sulu rakı gibidir bu şehrin…
Her adımın yalnızlığa uzanır….
Yine de hızlı adımlar atılır, koşulur bu sokaklarda…
Herkes kendi türküsünü söyler yüzünü buruşturarak,
Herkes kendi hikayesini en acıklı sanır…
ABDULLAH ÖZDOĞAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder