4 Aralık 2014 Perşembe

GECE, YAĞMUR VE BABAM...



Geçen akşam iş çıkışı ineceğim duraktan bir durak önce indim. İş çıkışı yerleri kuru görünce şemsiyemi yanıma almamıştım. Oysa şimdi yağmur çok şiddetli olmasa da ince ince yağıyordu.  Üstelik epeyde acıkmıştım. Buna rağmen eve gitmek yerine aşağı mahalledeki evcil hayvan ürünleri dükkânına kedime mama almaya gittim. Son mamasını bu akşam verecektim yarın evden çıkarken verebileceğim maması kalmayacaktı. Hem sorumluluk hem de zorunluluk ama daha çok onun gözlerindeki sevgi muhabbet...

Evcil hayvan ürünleri satan dükkân sahibi ile kısa bir sohbetten sonra kuru mama ve yaş mamaları alıp çıktım tekrar sokağa. (Biliyorum adı patshop ama sevmiyorum söylemeyi ) 

Geldiğim yolu geri yürüyerek oradan eve yönelecektim. Elimde mama poşeti, omzumda kendi çantam ağır ağır yol aldım. Ana caddeye çıkınca sokak lambalarının ve araba farlarının etkisi ile gözüm yağmurun ve gecenin etkisi ile ayna gibi parlayan simsiyah asfalta takıldı. Yağmurun her bir damlası ıslak asfaltın üzerine düştüğünde minik bir geri sıçrama ile aynı anda yitip giden minik halkalar oluşturmaktaydı mütemadiyen. Elimdeki poşet çok ağır olmamakla birlikte kolumu aşağı çekiyordu. Adımlarım ağır ve tempolu... Acele etmeden kararlı bir yürüyüş... 

Birden babamı hatırlattı içinde yaşadığım o an. Ansızın babam oluverdim kendimden geçip. Elimdeki kedi maması poşet yine birden omuzda taşınan meyve sandığına dönüştü. Yağmur yine aynı yağmurdu, adımlar aynı ağır atılan adımlar, acele etmeden kararlı yürüyüşte... Tek farkla bir de balık olsam rakı şişesinde durumu... 

Balık olmuş durumda olurdu mutlaka her gece. Buna rağmen ne evin yolunu unutur, ne omzundaki meyve sandığını, ne elindeki anahtarın hangi kapıyı açacağını... Düşer o yağmurun biriktirdiği sulara, çamurlanır üstü başı, bazen de kanar elleri, kaşı, burnu... Ama yine eve gelir o meyve sandığı... Bazen pide olur, bazen lahmacun sandık yerine elinde getirdiği poşette. Yaz aylarında değil de nedense kış aylarında daha çok içim sızlar babam olurum sokaklarda böyle ansızın. 



Yalnızlığını yaşarım, öksüzlüğünü... Sevgi dolu kalbini görürüm gecenin en karanlık köşesinde. Babamın balıklığı adam gibiydi. Kendinden başka kimseyi incitmeyen bir balık olurdu o. 

Çok ender zamanlarda sohbet arasında öksüzlüğünü anlattırırdık. Her anlatışının sonu gözyaşları ile biterdi. Babalarda ağlarmış o zaman anlardık. 15 gün arayla kucağında vefat eden anne ve babasını, sabaha kadar kardeşleri ile beklediğini anlatırdı. Sonra dağılmışlar her biri bir akrabanın yanına. Yetimliğini anlatırdı. Bir gün onu çok zorladığımda bana "ben başka türlüsünü bilmem kızım" demişti. "Ben ailemle büyümedim ki... Anne baba nasıl davranır öğrenmedim ki... Ben içimden geldiği gibi babayım" demişti. 

O zaman anladım... Gözlerindeki yaşlar sorularıma çoktan cevap olmuştu.

Babalarda ağlar, babalar da öksüz kalır, yetim kalır, boynu bükük kalır... Çocuktum belki ama anladım. 

Hastalanana kadar balık olmaya devam etti. İş çıkışında aynı minibüse, otobüse denk geldiğimizde ben önde o arkada oturduk konuşmadan sessizce. Ayrı kapılardan bindik, ayrı kapılardan indik birlikte. Biliyordu çünkü neye kızdığımı, balık olmasına değil sadece en çok sağlığının gitmekte olduğuna kızardım. Yüzümün asıklığından sezerdi hemen. 

Oysa henüz çok küçükken onun koluna giremesem de elini tutup birlikte eve giderdik gecenin geç vakitlerinde. Onun balık olmuş ayaklarının her tökezlenmesinde çekerdi elim elini düşmesin diye. Öğlen saati ağaç altı sohbetlerimizde konuştururdu beni, bıkmadan dinlerdi gözlerimin içine bakarak sigarası elinde. Bense bıcır bıcır her daim. Akşam müşteriler gelene kadar sandalyeleri tren yapıp oynamalarla, babam yokken dükkanı beklemekle, duvarlardaki ve tavandaki kurutulmuş deniz mahsüllerinin seyrini yapa yapa günü akşam ederdim.. İlk müşterilerle birlikte yerim arka tarafta kasanın başıydı. Ne bir bardak taşıtırdı ne bir kaşık çatal. Sadece mutfağa onun yanına giderdim. Bir yandan yemek yapar, sipariş tabaklarını hazırlar bir yandan usul usul yüzerdi sığ sularda. Anason kokulu akşamlar bazen sesi güzel birinin söylediği hicaz makamı ile hüzünlenirdi. Asla nara attırmazdı, onlarda atmazdı benim olduğumu bildiklerinden. Sohbet havasında demlenmeceler. Müşterileri de kendine benzerdi. Adam gibi çıkmayanı almazdı bir sonraki seferde.

Son vakitlerde son kalanları üslubunca gönderirdi kahkalar eşliğinde. Bulaşıklar akıtılmış, çöpler toparlanmış, sandalyeler masalara kalkmış, ışıkları kapatılıp kapıyı kilitlerdik birlikte... Yaz günlerinin geceleri... Kış geceleri ben yoktum. Ancak geldiğimde anlatırlardı yaşanılanları. Ara dönem tatillerinde görürdüm bir de.

Bazı yaz sabahlarında birlikte balığa çıkardık. Marmara'nın balıklarına inat balıkçılardan alırdık tutamadığımız balıkları dükkana dönerken. 

Denizi babam sevdirdi, baba kız balığa çıkarak, toprağı babam sevdirdi ağaçların altında sohbetler ederken. Deniz kenarından topladığı minik minareler, kabuklar ile bizi birşeyler yapmaya ilk o heveslendirdi. İçimizdeki okuma sevdası onun sevdasından kaynaklandı hep. Kendisi ancak asker ocağında öğrenebilmiş okur yazarlığı. Yazılarını el yazısı ile yazardı özenerek. Kitap alacağım para verir misin dediğimde asla hayır demezdi. Akşam gelince mutlaka sorardı hangi kitabı aldın diye. Ne başı açıklığıma karıştı ne kapandığıma... İlk kez kendi başıma elbise ve ayakkabı almak için ondan para istediğimde hayır demedi. Sen ne zaman büyüdün demedi. Sadece;

-Aldıkları getir bakalım, dedi. 

Elbiseye baktı önce sonra ayakkabılarıma.

-Tamam, dedi. Sen ne alacağını biliyorsun. Bundan sonra hep kendin al.

-Nerden anladın? dedim. 

-Ayakkabının topuklarından, dedi. 


Bir gece karanlığı, sokak lambalarının aydınlattığı caddenin ıslak asfaltına düşen yağmur damlalarının ahengli sıçramaları, elimdeki mama poşeti beni babama götürdü. İçim ısındı, başım yandı. Başımı açtım yağmur saçlarıma düştü, yanaklarıma düştü...

Yattığın toprak sana cennet bahçesi olsun babam...








Islak sokaklar mevsimindeyiz artık…
Bu kalabalık şehre hüzün yağar bu zamanlar…
Yalnızlık yağar caddelerine…
Darmadağın saçlar, ıslanmış yüzler hep yere bakar…
Kahveleri bile dert yüklenir…

Çayları daha bir demli…
Unutulan sevgililer hatırlanır veya sevgililer unutulmaya çalışılır…

Bu mevsimde vitrinleri az sulu rakı gibidir bu şehrin…
Her adımın yalnızlığa uzanır….
Yine de hızlı adımlar atılır, koşulur bu sokaklarda…
Herkes kendi türküsünü söyler yüzünü buruşturarak,

Herkes kendi hikayesini en acıklı sanır…

ABDULLAH ÖZDOĞAN 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder