29 Kasım 2014 Cumartesi

MAVİ SORULARIM


                                                                 http://ink361.com/app/users/ig-431470935/mesutkaya1905/photos



Neden mavidir gökyüzü?
Denizler mavi olduğundan mı?

Peki denizler mavi mi gerçekten?
Yoksa gökyüzünün mavi renginden mi almakta rengini?

Peki denizlerin hepsi kızıla boyansa...
Gökyüzüde kızıl olur mu?

Ey beyaz bulutların arkasına saklanmış mavi gökyüzü,
Her sabah sana bıkmadan selam veriyorum.
Haberin var mı?

Mavi denizi görmüyorum ama eğer selamımı alıyorsan onunlada paylaşır mısın zahmet olmazsa?




*Sabah gökyüzü ile söyleşmelerimden. Unutmamak için hem yürüdüm hem yazdım karalamaca. Otururken yazmalara, dururken yazmalar eklenmişti. Şimdi bir basamak daha çıkıp yürürken de yazma yapabildiğime göre sıra uyurken yazmada dersem şaşmayın... :) ))))




24 Kasım 2014 Pazartesi

ŞEHİR BENİ ÇAĞIRIYOR. "SONSUZ YANKI..."

Dönülür akşamların ufkundayım. Vakit henüz erken. Dalgaların sesini dinliyorum Kadıköy-Kabataş-Eminönü iskelesinin kenarından. Vapurların uğultulu sesleri, satıcıların, arabaların, yolcuların seslerine karışmış. Ben dalga seslerinin peşindeyim. Suyun şırıltılı ahengli sesi vapurun yanaşması ve ayrılması ile artıp azalıyor.

Hava hafif akşam serinliğinde tozlarımı silkeler gibi usulca geziniyor üzerimde.

Hızlı adımlarla vapurdan inip iskeleyi terk eden yolcular. Eve yetişecekler, randevuya yetişecekler, koşan adımlar, geri geri giden adımlar, ne çok şey gizli sessiz bedenlerinizde.

Çıkışın ağzındaki satıcı kadın Kasım'ın ortasında nerden buldun da satmaya çırpınıyorsun dağ çileklerini? Ya gözleri görmeyen yaşlı amca ile teyze 3 tane sakızı 50 kuruşa satıp hangi derde deva bulacaksınız?

Bu gürültüyü ezan sesi tamamladı. Martılar sessiz... Yolcular bitti. Bir çelik bastonlu aksak kaldı geriden gelen.

Dağ çileği satan kadın küçük sepetini yüklenip de yürüyünce aksayan ayağı anlattı hüzünlü hikayesini. Durmadı. Sepeti ve aksak ayağıyla giden kalabalığın peşine seyirtti. Karanlık dünyalarına omuz desteği verdikleri amca ile teyze, beyaz bastonları ile hayatı ve önlerini tarayarak çekildiler büfenin yamacına doğru. Bir sonraki sefere kısmet nasip diyerek. Kimbilir kaçıncı gidiş gelişleri büfe önü-iskele çıkışı...

 Her daim duyulan müzik sesi bu sefer gitar sesi olarak geldi az geriden. Gitara güzel bir erkek sesi eşlik ediyor...

Yeni vapurlar, yeni yolcular, aynı satıcılar, aynı telaşlar... "Sonsuz yankı" diyor gitarın dilinden söyleyen. Bir onu anladım ben de zaten bu kuru gürültüde. Sonsuz yankı...

Dönülür akşamın ufkundayım. Vakit henüz erken. Bu ne son fasıldır ne de ilk ey ömrüm. Bari bundan sonra benim istediğim gibi geç...



        Fotoğrafa dair not: Gece çekilmiş bir fotoğraf bulamadım ne yazık ki. Bu görüntü ile idare edeceğiz artık. 


Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
Avunmak istemeyiz, böyle bir teselli ile
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak, bitmeyen sükûnlu gece
Guruba karşı bu son bahçelerde keyfince
Ya aşk icinde harab ol ye şevk icinde gönül
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül
Ah dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç.



 Şehir hikayem şimdilik bu kadar. Geldiğiniz, okuduğunuz için teşekkürler.  




17 Kasım 2014 Pazartesi

HER GİDİŞİN BİR DÖNÜŞÜ VARDIR...

Dönüş:

Her gidişin bir dönüşü kesin olarak var mıdır bilmiyorum ama benim şehre gidişimin bir de dönüşü olduğu kesin. Buyurun dönüş yolunda birlikte binelim otobüse. İstanbul'da bir akşam iett otobüsü ile benimle kısa bir yolculuk yapın İstanbul'u uzaktan yaşanlar olarak. İstanbul'da yaşayanlara da ne kadar tanıdık bir manzara dedirtecek bir yolculuk hikayesi yazdıklarım...

--- --- ---

Boşuna demiyorum ben bu gün şehre gidiyorum diye. Evden-işe, işten-eve 6 gün git gel. 1 gün kalıyor geriye o gün de ancak eve ayrılıyor zaman. Arada bir genellikle de zorunlu haller yüzünden şehre iniş yapıyorum. Ya Ümraniye'ye veya Kadıköy'e haldur huldur git gel şeklinde, zorunlu işi hallet eve döngel şeklinde oluyor bu gidişler. Zaman yok ki İstanbul'un kendisini yaşayalım.

Üstelik hem trafik hem de otobüsler, metrobüsler tıklım tıklım çoğunluk. Zorunlu olmadıkça trafiğe çıkmaktan kaçıyoruz adeta. Biz bile kendimize şaşırıyoruz bu otobüslerin, metrobüslerin kalabalığına, bu trafiğin çilesine hala daha nasıl katlanabiliyoruz diye. Düşünün  gerçekte 10 dk. lık yolu 45 dk. alırsak mutlu oluyoruz. Peki size bir soru gerçekte 45 dk. olan yolu kaç saatte tamamlamış olabilirim acaba? 2,5 saatte üstelik tam oturduğum yere güneş vurmaktaydı. Çileyi düşünün. İşte sırf bu yüzden zorunlu haller dışında dışarı çıkmak, otobüse, minibüse, metrobüse binmek riskli. Sizce abartıyor muyum dersiniz? İstanbul'da yaşayanlara bu sorum elbette.

                                                               http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=114783

Ben böyle zorunlu durumlara isim taktım; "şehre gidiyorum" bu modda gidip gelmek daha az yoruyor sanki.

Mesela şimdi akşam 6:oo'da Kadıköy sahilden 14ES'ye bindik. Saat 6:30 boğaya yeni vardık. İlk bindiğimiz yerden yürüyerek boğaya 15 dk. da varırız. Üstelik rampa yukarı. Ama şimdi otobüsle 30 dk. da ancak varabildik. Eve varış saatini varınca yazacağım söz.

Tahmin ettiğiniz gibi bu yazıyı otobüste, orta kapının önünde ayakta dikilirken yazıyorum. Sırtımı yasladım. Kalabalık ama sabahları gibi balık istifi gibi değil. Kafam önümde içindekileri deftere boşaltmakla meşgülüm. Başka türlü bu yol çekilmez.

Boğa molası. 5 dk. Yine slogan atanlar var. Ne dedikleri otobüsün içinden anlaşılmayan sloganlar...

Hareket ettik nihayet. Barış Manço durağına varıp geçtik mi işimiz biraz daha kolaylaşacak.

Bu arada yolda yürüyen ablanın pantolonuna bayıldım. Çok tarz, her yeri yırtık neredeyse. Eee burası Kadıköy her türlü insana rastlayabilirsin normal.

Ooo! Fenerbahçe stadına gelmişiz bile hızlandık mı ne? Ah bir de maç zamanı görmeniz lazım. Bilen bilir maç zamanı Kadıköy'den çıkış yoktur kolay kolay. Öyle zamanlara yakalanmışsak evdekilere bizi unutun yemeğe beklemeyin siz yiyin diye telefon açmışlığımız var.

Kuyubaşı.

Yaaa ama ben acayip susadım. Üstelik çölde susuz kalmışlar gibiyim şu an. Durağın ismi susuzluğumu yüzüme vurdu adeta. Suuu, suuu, suuuuuuuuuuuuu...
Dilim ağzımda kocaman sanki. Suuuuu... Eve varınca en büyük bardakla içeceğim ama şimdi yoldayız yahu. Aslında şehre inerken ve dönerken her zaman yanıma pet şişe ile su alırım ne olur ne olmaz diye. Ama bu sefer yok. Ve ben bir yudum su için kıvranıyorum.

Otobüs hızlandı sanki çıkıştaki zaman kaybının açığını kapatmaya çalışıyor gibi. Ayaklarım ağrıyor.
Eee şehir adamı yoruyor belli.

Otobüste mini kavga çıktı. Yolcu bağırıyor;

-Şöför bey durağı geçtiniz!

- Basmadınız ben de geçtim.

-Bir önceki duraktan kalkar kalkmaz bastım kapıda bekliyorum önündeki ışığı görmüyor musun?

-Şimdi yandı, çapsız çapsız konuşma!

Yolcu indi ama hala konuşuyor.
-3 kuruşluk adamsınız, işinizi doğru düzgün yapmıyor bir de üste çıkıyorsunuz!

Adam haklı. Işık yandığı halde durakta durmayan şöförlere rastladım. Yolcunun indiğine bakmadan kapıyı kapatan, yolcuyu kapıya sıkıştıran, daha bir ayağı merdivendeyken arabayı süren şöförlere rastladım ne yazık ki. Üstelik özür bile dilemezler. Benim de çantamla birlikte kolum kapıya sıkışmıştı az daha sürükleniyordum içerideki yolcular bağırdılar şöföre dur diye. O yan aynalar ne işe yarar bazılarında bilmiyorum. İşini iyi yapanları ayrı tutuyorum.

Hala susuzum. Suuuuuuuu. Hala ayaktayım, hala ayaklarım ağırıyor ve hala yazmaya devam ediyorum. Ama Allah için şöför hızlı.

Yuppi yer verdiler bana. "Anam anam ben nirelere gidem vıy vıyy" diyesim var otururken. Artık oturarak yazıyorum çok şükür.

Kurşun kalemimin ucu epey gitti. Demek ki kalemtraş da atmalıymış çantaya.

Libadiye'deyiz. Saat: 6:59

Yanımdaki genç kız kalktı inmek için. Tam inerken bağırdı;

- Ne yaptığını sanıyorsun sen?

Bu kadar. İndi otobüsten. Otobüs aynı hızla kapıyı kapattı yarışa kaldığı yerden devam eder gibi haraket etti. Anlaşılan birileri kâra geçti kendince. Ne diyeyim yaptıysa eğer; eli kırılsın, eli kurusun, eli kopsun. Amin topluca.

Ümraniye'ye az kaldı.

Malum Ümraniye'deyiz ve yol tıkandı. Başka türlüsü sürpriz olur zaten. Kimbilir ne kadar zamanda geçeceğiz artık burayı.

Nihayet Çakmak'tayız az kaldı 20 dk sonra varmış olacağız. Olmadı 30 dk diyorum en kötüsünden. Arkamda oturan kulaklıkla müzik dinliyor aklısıra. Sayesinde bende diliyorum. Nasıl bir şey böyle dinlemek anlamıyorum kulaklıkla dinlemek bu mu şimdi?

Kurşun kalemim bitti çantada yumuşak uçlu tükenmez kalem buldum. Eğer yanımda kitap olsaydı okurdum. Eğer telefonumun kulaklık girişi çalışıyor olsaydı müzik dinlerdim bir yandan da yazmaya devam ederdim. Ama ancak defterim ve kalemlerim var. Ben de yazıyorum. Giderken o  da yoktu. Yol bitmek bilmedi. Üstelik yol boyunca kadının biri cep telefonu ile konuşup kikirdedi, şebekleşti durdu. Ben de içimden;

-Allah'ım acı bana dedim durdum. İnmeye yakın kapattı.

Saat 19:46 hala suuuuuu diyorum da başka birşey demiyorum.

İşte böyle bu gün şehre indim ben. Kalabalığa karıştım acele acele. İlk yazımda da anlattığım gibi.

19:50 nihayet iniyoruz. Hadi gözünüz aydın şimdilik kurtuldunuz benden.

Not: Bu yol normade otobüsle 40-45 dk. sürer yol açıkken. Şimdi 2 saat sürdü. Eh yazı da biraz uzun oldu haliyle.


"Ah İstanbul seni yaşanmaz hale getirenler utansın. 
Sende yaşayıp da seni yaşayamayanlara selam olsun."


Merak edenlere mini not: Eve varınca 2 büyük bardak su bir de soda içtim yanmışım gerçekten.

2. not:    3. kısa yazım da hazır bir yere ayrılmak yok. Çayı bitenlere çaylar benden. Doldurun bir çay kendinize. Yorulmuşsunuzdur okurken dinlenin azıcık. 


13 Kasım 2014 Perşembe

ŞEHRE GİDİŞ

Kadıköy'deyim. 1 saat bekleme molasında çay içmek için fırsat buldum. Kadıköy'ü bilenler hemen bilecek tarifimi. Beyaz fırının önündeki alanda tam bir roman havası etrafı inletiyor. Dinleyenlerden bazıları ortaya geçmiş müzik eşliğinde oynuyor. Dinleyecilerin oluşturduğu halka kalabalık. Kimi cep telefonu  ile anı kaydediyor kimi alkışlarla eşlik ediyor.

http://gorunmez-mimarlar.blogspot.com.tr/p/kadkoy.html

Beyaz fırın ile komşu fırın arasında tam migros'un karşısındaki yerin önünde, 2 kişilik hap kadar yuvarlak tahta masa yine tahta katlanır sandalyelerine gözlerimle rezerve yaptım. Garson hemen çaktı. Eee işin kurdu olmuşlar. Bu saatte, üstelik cumartesi ve de hava Kasım a inat pastırma kurutma havasındayken boş yer bulmak zor buralarda. Allah'tan dal gibi kadınım o daracık aralardan kuğu gölü balerini gibi süzülerek geçtim adeta. Şaka şaka en kenardaki masa bizimki. Azıcık hayal kurmak iyidir çaktırmayın lütfen. Kadıköy'e gelinceye kadar yol boyunca kendi kendime hayıflandım durdum. Yanıma ne bir kitap ne de defter kağıt almışım. Kalem? Kalem bol maşallah. Hoş defter olsa bu sefer de kalem kıtlığı olur. Hep böyle olmasada genellikle başımıza gelir haksız mıyım?

Neyse efem otururken çayımızı da söyleyiverdik. Maşallah çay bardağı ajda bardağında büyüğü. Adisyon ne büyüklükte gelir bilmiyorum. Böyle bir yerde ilk defa çay içiyorum. Sahilde çay lira veya 1,5 lira en fazla. Ama bardakları küçük üstelik güzel de değil.

Oturduğumuz yer tam köşebaşı. Sağanak yağmurun seli gibi insanlar. Yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya, sağdan sola, soldan sağa akan bir sel. Kasım'a inat mini şortlu mu istersin, kısa kollu mu? Yoksa sarıp sarmalanan mı? Yazdan kalmalarla kara kışa hızlı girmişler iç içe birbirini yargılamadan, yadırgamadan. Kimse kimsenin haline dönüp bakmıyor bile.
Çayı yarım bıraktım. Hırkamı sandalyeye koyup ayağa kalktım. Eşim yüzüme baktı "Nereye?" dedi.

- Geleceğim az dur. dedim.
                                                    
http://gorunmez-mimarlar.blogspot.com.tr/p/kadkoy.html


Hızlıca Komşu fırın tarafına doğru gidiyorum. Kilisenin önündeki küçük meydanda kanun ve gitar sunusu var. Yine halka halinde dinleyiciler var. Ezan okunuyor. Hızlı hızlı yürüyorum. En yakın kırtasiyeye ulaşmak için. Sonunda buldum. Bir defter alıp yine aynı hızla geri dönüyorum. çayım biraz ılınmış gibi, olsun sonunda bu anı yani anları değerlendirebileceğim buna değer.

Oley diyorum yaramaz çocuklar gibi içimden. İnsan bir deftere sevinir mi böyle? Ben sevinirim valla.

Çoğunluk çantamda defterim olurdu. Ama bu işe girdiğimden beri taşımıyorum. Kitap da taşımıyorum. Çünkü işe gidip gelirken ülke değiştirmiş hissine kapılıyorum. Hindistan da, Pakistan da yaşıyorum hissi geliyor her sabah. Elini çantaya sokup akbilini bile çıkartamıyorsun. Otobüsün kapılarını kapatması mucize oluyor. Ayakta bir yere tutunmasan bile düşme ihtimalin sıfır. Bu durumda defter-kitap taşımanın anlamı var mı? Ben uzun yolların kadınıyım.  Pek afilli bir cümle oldu bu da. Ama hakkını da yememeliyim o gidiş gelişlerde hafızamın bir yerlerine hep yazı depoluyorum. Deftere veya bilgisayara yazar gibi yazıyorum düşüncelerimde. Sonra işe gidiyorum.

Eee sonra mı diyorsunuz? Hepsi bu. Yazdıklarım öylece unutulup gidiyorlar. Bu sefer öyle değil ama gittim bal gibi de defter aldım ve kimseye aldırış etmeden yazıyorum sokakta.

Niye Kadıköy'deyim? Niye 1 saat moladayım? Siz sormayın ben de anlatmayayım. Ânı yazayım gitsin.

Sakız satan biri geldi masalara, "ben geldim" diyor şirin bir gülümseme maskesi takmışçasına gülümseyerek. Kimse almıyor ben de dahil. Sonra çocuklu bir kadın geliyor. Çekingen bir ses tonu ile "çocuğuma bez parası" diyor. Hayır diyorum herkes gibi. Ardından kazı-kazancı. Acaba diyorum içimden bir tane alıp kazısam çıkarmı içinden yitirdiklerim, kaybettiklerim?  Geri kazanır mıyım elimden keyıp gidenleri? Gülüyorum kendime. Ben kazısam çıksa çıksa kazık çıkar altından.


1. not: Resimlerdeki sakinliğe aldanmayın kum gibi insan kaynıyor böyle zamanlarda.
2. not: Bu gidişin bir de dönüşü var bir yere ayrılmayın ihtiyaç molası verdik sayın.
3. not: Bir sürpriz yapabilir 3. bölümü yazabilirim. Beklemeye yapabilirsiniz, park edebilirsiniz. Serbest alandasınız